1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Her şey karşıtını içinde barındırır
Her şey karşıtını içinde barındırır

Her şey karşıtını içinde barındırır

Kendi kuyruğunu yiyerek, sonsuz döngüyü oluşturan bu yılan, kendini öldürürüyor mu, yoksa yaratıyor mu?

A+A-

Pervin Yiğit
pervinyigit@gmail.com

Ourobos Yunanca’da kuyruğunu öldüren demektir ve kendi kuyruğunu yutarak çember oluşturan bir yılan ile sembolize edilir. Bu sonsuz ya da kısır döngü, ben kısır olduğunu düşünmediğim için sonsuz kelimesini kullanmayı tercih ederim, farklı şekillerde yorumlanabilir. Ruhun ölümsüzlüğüne inanlar için aynı ruhun farklı bedenlerde sonsuza kadar farklı hayatlar yaşamasını sembolize ederken, bireysel olarak değil de toplumsal olarak yorumlanmaya çalışıldığında döngüsel tarih anlayışına tekabül edebilir.Aristo’dan bize miras kalan bu döngüsel tarih anlayışında, tarih çizgisel değildir; zamanın ya da tarihin bir çember gibi, ne bir başı ne de bir sonu vardır. Bu anlayışın şimdiki yüzyıldaki uyarlaması, bu döngünün yaklaşık olarak 2300 yılda bir kendisini tekrarladığı şeklindedir.[1]Buna göre tarih belirli aralıklarla aynı şekilde kendini tekrar eder, artık popüler olan versiyonu ile söylersek tarih tekerrürden ibaret olarak tanımlanır.

Döngüsel tarih anlayışı bir anlamda radikal bir kaderciliğe de bağlanabilir, bu sonsuz döngü kendi içine kapalıyken, bireyin bu çemberin içerisinde sonsuza kadar aynı şekilde dönüyor olmasını kadere bağlamak, özgür istenci yok ettiği ile bağdaştırmak tutarlı bir açıklama olarak değerlendirilebilir.

Fakat benim bu sembolü gördüğümde aklıma gelen diyalektikten başka bir şey değildir. Ouroboros yaşamla ölümün çatışmasında döngüsel devamlılık sürerken toplumun geçiriyor olduğu süreçleri hatırlatır bana.Genelde topluma özelde bireye baktığımda ise özbilince ve farkındalığa denk gelir. Peki kendi kuyruğunu yiyerek, sonsuz döngüyü oluşturan bu yılan, kendini öldürürüyor mu, yoksa yaratıyor mu?

Ouroboros kendini öldürürken bir yandan da yaratır ve bu yaratma eylemi bir döngü içinde devam eder. Kendi kendine yeten bu birlik ve bütünlük kavramı ile beraber Ouroboros, ne o döngüyü kırmaya çalışır ne de bunun yapılmasına imkan verir.Bu döngüde ölümsüz olan Ourobos’tan başka bir şey yoktur, her şey kendi tarafından tüketilir ya da var edilir. Ölürken yaşadığı acı da kendi eseridir, doğarken aldığı zevk de.

Bireyin böylesi bir varlık gibi kendine yetebilmesi için öncelikle kendini tanıması gerekir. Bir antik yunan sözü olan ama ilk olarak kimin söylediği bilinmeyen kendini tanı/bil (γνῶθι σεαυτόν), Delphi’deki Apollon tapınağı’nın girişinde yazılıdır. Bu “kendini tanıma” mottosu yüzyıllardır insanların ulaşamadığı bir kavram olduğu için değerini kaybetmeyen ama günümüz insanı için denemeye değer bile olmayan bir sürece dönüşmüştür. Kendini tanıma sürecinde insan bilincini açtıkça, kalabalıktan uzaklaşıp kendi içine döndükçe, farkındalığı artarken mutsuzluğa karanlığa gömüldükçe Ouroboros’a dönüşüyor. Dışarıdaki yılan zehrini gerçek, dış dünyaya (hangisi doğruysa) akıtırken, bu kendi kuyruğunu yiyebilen birey zehrini yine içine akıtıyor, kendisinin bir parçası olan “kötü, karanlık, negatif” kısmın etkisini de kendi içerisinde yaşamak zorunda kalıyor çünkü insan kendinden kaçamıyor.

Kendi içine dönen insan artık bir kısır döngüde sonsuza kadar iyiliği de kötülüğü de kendisine yapmaya başlıyor. Bu içe dönme, aslında içe kapanma gibi görünse de, o karanlığın içinde hapsolmuş birlik olarak algılansa da, ruhsal olarak bir aydınlanma, gerçekten bir var oluşa ulaşmadır. Aslında dışarıya muhtaçlığın bittiği, kendi başınalığın var olma sebebi ve sonucu olduğu yerdir. Modern toplumda Ouroboros’a dönüşen ya da bunu seçen insana sık rastlanmaz çünkü modern insan dışarıya, ona güzel şekillerde sunulmuş objeleri tüketerek kendi var oluşunu beslemeye muhtaçtır. Başkalarından uzaklaşarak kendinde ve kendisiyle kalarak bunu yapmak modern insana göre olmaktan uzaktır artık, başkalarından uzaklaşmak yüzleşmeyi de gerektirir çünkü. Sartre’ın cehennem başkalarıdır cümlesinin altında yatan, bir başkasının yanında kendimizi onun gözünden görmemiz ve esas cehennemin bu yabancılaşma olması kavramı tam da bunu ifade eder.İnsan (maalesef) toplumsal bir varlıktır, hal böyle olunca da bireysel yüzleşme sürecine başkaları, cehennem olan başkaları, aracılık eder. Diğerlerinin varlığı bireye işkence eden bir araca dönüşür çünkü onu kendi kötü taraflarıyla baş etmek zorunda bırakır. Bu süreçle baş ederken de, birey kendi içine dönmek yerine, kendisini başkalarına gözüktüğü şekilde görmeye başlar. Bir anlamda, diğerleri ayna görevi görerek bireye kendisini yansıtır. [2] Halbuki kişi, kendisini tanırken ne olduğuna dair düşünürken, neden var olduğunu keşfe çıkarken, bir başkasının onunla ilgili olan “sahte” algısına ihtiyaç duymamalıdır, zaten bu algı hiç bir zaman bireye ve onun varolmasürecine bir yardımda bulunacak kadar gerçek olamaz. Aksine başkalarının gözündeki imaj, bireyin “kendi” olma hakkını elinden alır. Platon’un dış dünyayı tanımlaması gibi bu imaj ancak gerçeğin bir yansıması olur; bu yansımaların içinde kişinin kendi benliğini bulması ise artık mümkün değildir.

Kendini tanıma ve akabinde bunu gerçekleştirme sürecine katlanma cesareti gösteremeyecek insan için mutluluğa giden en kestirme yol kapitalizmin bir kölesi olmak ve toplumun sıradanlığına kendini bırakmaktır.Toplumda herkes ne isterse, ne yer, ne içer, ne okur hatta ne düşünürse, bunu takip ederek onlardan biri olarak bu meşakkatli kendini tanıma süreci atlanır, sahte hayatlar ve mutluluklarla herkes kendi “Truman Show”unu oynamaya başlar.

Kendini tanıma süreci ise bu sıradanlıklardan ve çoğul hayattan uzaklaşarak ancak bu döngünün içerisinde dönüp dur(a)mayarak mümkün olan bir süreçtir. Kendini gerçekleştirme için aynı şey söylenemez, bunun için dış dünyaya ihtiyacınız olsa da, bireyin kendini tanıma süreci, bir şeyin, hissin, kişinin varlığı ile mümkün değildir. Dışarıdan gelen ışıkla kendinizi tanıyamazsınız, kendi karanlığınızla baş ederken tanırsınız, o karanlığa ışık olmak da sizin elinizdedir ama öncelik karanlıkta kuyruğunuzu yemeye devam edebilme becerisidir. Ancak bu süreç devam ederken dışarıya dönüp o döngüsellikte edindiklerinizin rehberliğinde kendinizi gerçekleştirirsiniz ya da bunu başaramazsınız. Başaramadığınızda ise elinizden gelen  -mış gibi yaparak yaşamaktan başka bir şey değildir. Tabii bu –mış gibi hayatların ne kadar tatmin edici olduğu da kişiden kişiye değişir. Bir kişinin özbilinci yok diye, bir şeymiş gibi davranarak mutlu olabilmesi özbilincinin varlığının keyfini süren/zulmünü çeken insanlara yalan gibi gelse de öylesine az bir farkındalık seviyesinde olan birey için mutlak mutluluğu ifade ediyor olabilir. Cehaletin mutluluk getirdiğine inanmak aynı zamanda bu insanların da mutlu olduğuna inanmaktır. Ouroboros’u hiç tecrübe etmeden, dışarıdaki dünyada popüler kültürün içerisinde savrulurken, her gün farklı eğilimlere göre kendini yaratan birey belki de Ouroboros’tan daha mutludur. Bir tiyatro sahnesinde 10 dakikalık oyunu sahnelediğinde mutlu olabilen –mış gibi insanlar için belki de tek sorun mutlu olabilmek değil, yarın hangi rolün içine gireceğine karar vermek ve o maske altında mutlu olduğuna kendisini ve dolayısı ile başkalarını nasıl kandıracağını düşünmektir.

Aşıkmış gibi ilişki yaşayan, solcuymuş gibi davranan, akademisyenmiş gibi çalışan, entelektüelmiş gibi tartışan, insana, doğaya, hayvana değer verirmiş gibi yaşayan....Evden çıktığınız anda karşılaştığınız insanları anlatmaya kalkarsanız bu liste uzar gider. Bir tarafta –mış gibi olan “mutlu” çoğunluk, bir tarafta kendisi ile baş etmeye çalışan “mutsuz” azınlık. Tabii ki iyi ve kötü insanların içinde apayrı yerlerde bulunmuyor çünkü her şey anı zamanda karşıtını içinde barındırıyor. Yapmamız gereken sadece bu çatışma içerisinde kendi var oluşumuza ulaşmak.

Kısacası kendinizi tanımak, yeniden doğmanızdır, ölürken kendinizi yaratmanızdır. Bu süreçte kendinizi keşfeder, biricikliğinizle yeniden doğarsınız. Kendi içinize dönerken, zehrinizle kendinizi öldürme riskiniz ise her zaman vardır. Ama belki de o öldürme riskine karşı kendinizi tanıma uğraşına devam ettiğiniz ölçüde tam anlamıyla var olabilirsiniz. Başkalarını zehirleyip sahte hayatlar yaşamaya mahkum etmekten daha iyi değil midir kendinizi zehirlemek? En azından panzehire ulaşmak kendi elinizdedir...


Notlar

  1. Arnold J. Toynbee, A study of history (Oxford University Press: Oxford)
  2. Pervin Yiğit, Dört tarafı (denizlerle) çevrili bir alan: Huis Clos/Kıbrıs.
Bu haber toplam 13234 defa okunmuştur
2 Nisan 2017

2 Nisan 2017