1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Gelecek, gölgede kalmamalı!
Gelecek, gölgede kalmamalı!

Gelecek, gölgede kalmamalı!

Gelecek, gölgede kalmamalı!

A+A-

 

Eliz Volkan
elizzvolkan@gmail.com

Kıbrıs geneline baktığımızda; kaç Mehmet, Mustafa, Ayşe, Ali, Fatma, Zehra tanıyoruz? İsimler bunlarla sınırlı olmasa da ve bu isimlerin hepsi güzel ve genel olarak ‘ata’ isimleri olarak bilinse de; kaçının ismi aslında bir kayıp taşıyor? Kaç ismin altında büyük bir kayıp sorumluluğu var? Bu soruların net bir cevabı olmasa da, Wardi (1992)’nin ‘anıt mumları’ adı altında öne sürdüğü teorisi, bu duruma belki de ışık tutar niteliktedir. Wardi, ‘anıt mumları’ diye adlandırdığı teorisinde, en belirgin travma tiplerinden biri olan savaş travmasından kurtulabilmiş kişilerin, savaş sırasında hayatlarını kaybeden kişileri tam olarak kaybetmemek ve ailede onlarla benzerlik oluşturmak adına, yeni doğan kuşaklara bu kişilerin isimlerini koyduğunu savunmuştur. Dahası bu durumun kuşaklar arası (trans-jenerasyonel) travma aktarımının somut bir göstergesi olduğunu savunmuş ve bunun yeni gelen kuşaklar üzerinde ciddi bir sorumluluk yarattığını iddia etmiştir.

Peki bu durum Kıbrıs’ta nasıldır? Kuşkusuz, her insanın hayatında dönüm noktası niteliği taşıyan olaylar yaşanmaktadır. Hayat anlayışı ve hayata bakıştan tutun da, yaşam kalitesine kadar birçok olgu bu olaylardan etkilenmektedir. İnsan, çok komplike bir canlı olsa bile, belirli durumlara verdiği tepkilerde büyük çeşitlilikler bulunmaz. Örneğin, tehlike ve/veya tehdit içeren bir duruma girildiği zaman, insanın hissedeceği duygu korkudur. Korku hissedildiği anda, sağlıklı işlev gösteren sinir sistemi, otomatik olarak sempatik sinir sistemi aktivasyonuna başlar ve ‘vur-kaç’ sistemini devreye sokarak, zihni ve vücudu stres ve aksiyona hazırlar (Bremner, 2004). Ancak aşırı korkunun oluşabileceği ve ‘travmatik’ olarak adlandırabileceğimiz durumlar göz önünde bulundurulduğunda, bu aktivasyonda sıkıntı yaratarak, normal sayılabilecek koşullarda bile, kişinin (veya grubun–çoklu travma) korku hissetmesine sebebiyet verebilir. Böylelikle psikoloji literatüründe, Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak bilinen rahatsızlık gelişebilir.  TSSB en basit haliyle, kişiye direkt olarak uygulanan fiziksel zarar ve/veya tehdit, kayıplar (dolaylı), ve şiddet içeren (ör: savaş) durumlara tanıklık etme sonucunda gelişebilir. Bu durumda Kıbrıs’ta yaşayan kaç kişi kendini bu tanımdan soyutlayabilir?

Savaş ile başlayan ve daha sonra çeşitlenen toplumsal ümitsizlik, hayal kırıklığı ve ümidin ganimetliğini kaç kişi travmatik olarak görmeyebilir? ‘Savaş’, sadece ismi ile bile içimizde yıkıcı, kırıcı, ümidi yitirici ve öfke ile harmanlanmış birçok duygu uyandırabilir. En basit tanımla; savaş farklı insan gruplarının birbirlerine uygulayabileceği en dramatik ve zulüm içeren olaydır. Yani; savaş, travmatik bir olaydır!

Travmanın geçmişine bakılacak olursa, travma ilk olarak literatürde, 490 BC’de Kör Atinalı Asker adı altında yer almıştır. Travma, daha sonrasında ise 1871 yılında Askerin Kalbi/Da Costa Sendromu olarak bilinmiş ve I. Dünya Savaşı sonrasında medikal ve askeri bir problem olarak nitelendirilen ‘Shell Shock’ rahatsızlığı olarak isimlendirilmiş ve kısmen bomba patlamaları sonucunda oluşan beyin travmaları olduğu iddia edilmiştir (Jones, 2012). Travmanın psikoloji literatürüne girişi ise ilk kez 1952 yılında Büyük Stress Tepkisi (Gross Stress Reaction) olarak DSM-1’de (mental bozukluk tanı kitabı) gözlemlenmiştir. Travmadan ziyade stres tepkisine odaklanan bu bozukluk, daha sonraki DSM güncellemelerinde yer almamıştır. Hayatımızın çok doğal bir parçası olarak gördüğümüz stres, en yoğun haliyle, travmatik bir olayın sonucunda meydana gelir. Kişi ve/veya gruplardaki stres belirtisinin ise, travmatik olayın büyüklüğü ile bağlantılı olduğu iddia edilmiştir. Bu sebeplerden ötürü 1980 yılında yeni güncellenmesi ile APA tarafından basılan DSM-3 günümüzdeki ismi ile de bilinen Travma Sonrası Stress Bozukluğu (TSSB) ile psikoloji literatürünü tanıştırmıştır. Uzun yıllar kaygı bozuklukları klasmanındaki alt başlıklardan biri olarak sınıflandırılsa da, en son yapılan güncelleme ile DSM-5 (2013), TSSB’yi artık Stresör-İlişkili Bozukluklar olarak tanımlamaktadır.

Amerikan Psikoloji Birliği (APA)’ne göre, tecavüz, trafik kazası, vb. gibi korkunç olaylar sonucunda verilen duygusal tepkiler ‘travmatik deneyimler’ olarak tanımlanmaktadır (APA, 2013).

Kıbrıs gibi bir toplumu göz önünde bulunduracak olursak, zaman içerisinde ne gibi travmalar yaşanmıştır? Bu travmalara bakıldığında, hangisi gerçekten tüm süreçleri ile işlenmiş, yaşanmış ve irdelenmiştir? Kaç kişi veya kişiler halen daha belirli travmaların etkisinde hayatlarını sürdürmektedir? Travma, bireysel düzeyde çeşitlilik gösterebilse de; toplumsal açıdan bakıldığında yarattığı kolektif etkilerden ötürü daha az belirgin olabilir. Normal standardının dışarısında kalan birçok tutum ve davranış, kolektif yapılarda kendilerine yer bulduğu için normalleştirilebilir ki bu toplum olarak içerisinde bulunduğumuz tehlikenin ta kendisidir!

Olaylardan ötürü oluşan yaraların hem kurtulanlarda hem de evlatlarında görülebildiği hipotezi, uzun zamandır psikoloji dünyasını meşgul etmektedir (Yehuda, Schmeidler, Weinberg, Binder-Bynes & Duvdevani, 1998). Birçok çalışma bunun varlığını ve geçişin etkilerini inceleyerek zaman içerisinde farklı teoriler oluşturmuşlardır (Kahane – Nissenbaum, 2011). Bu teorilerden en öne çıkanı; analitik olarak ikinci-kuşak aktarımına yoğunlaşan ve ebeveynlerin bilinç düzeyinde deneyimleyemedikleri çözümlenememiş kederlerini, çocuklarına kaydırmaları (yerdeğişim) tezidir. Sosyo-kültürel açıdan bakıldığında ise, ebeveynlerin çocuklarını yetiştirirken kullandıkları aleni mesajlar (ör: kimseye güvenme!, Rumdan dost olmaz!) ve bunlara dayalı şekillenen sosyal normlar ve kültürler, yeni gelen kuşağa, travmayı öğrenme yolu ile aktarmaktadır. Bu araştırmalar göz önüne koymaktadır ki, bahsedilen bu travma aktarımı sadece zihinsel süreçleri değil, biyolojik ve genetik yapıyı da etkilemektedir (Yehuda, et al., 2000).

“Tarih hakkında yazılanlar, zamanın gereksinimlerine göre yaratılır.” (Foucault, 2006, s.5) cümlesini, Kıbrıs’ın durumu için ele alırsak, tarih hakkında yazılanların, seçici hatırlama ve seçici unutma üzerine kurulu olduğunu görebiliriz. Bu seçicilik hem eğitim sisteminde öğretilenlerden, hem de çeşitli anlatımlardaki ‘biz’ ve ‘öteki’ ayrımında gözlemlenebilir (Kızılyürek, 1993). Bu tarz ayrımlar ve öğrenimler, genellikle milliyetçi eğilimi besler ve kimlik oluşumunu, düşman kimliğine göre, onun karşıtı olarak şekillendirir (Spyrou, 2002). Böylelikle de kişinin ‘öğrenme’ durumu, travmanın hem oluşumunu hem de aktarımını gerçekleştirmiş olur. Öğrendiklerimiz ise zihin süreçlerimiz ile doğrudan bağdaşıp, davranışlarımızı etkileyen en büyük olgular... Peki biz davranışlarımızın ne kadar bilincinde ve farkındayız? Hangi tutumun, kimi etkileyeceğini ne kadar umursamaktayız?

Travmatik deneyimler yaşayan bireylerde, travma türü fark etmeksizin en yaygın olarak görülen durum ise travmadan kaçınmadır. Hiç şüphesiz, Kıbrıs, 41 yıldır içerisinde bulunduğu düzeni en iyi şekilde koruyabilmek adına, müthiş bir regresyon sergileyerek travmatik deneyimlerini bastırmış, muhtemelen, ne toplumsal ne de bireysel olarak yüzleşmeye, irdelemeye çalışmamıştır. Bu sebeple de doğrudan gözlemleyip, etkilenmeseler bile, yeni nesiller için çok büyük bir etki bırakmış ve muhtemel travmatik nesiller yaratmıştır. KKTC geneline bakıldığında, ciddi güven paranoyaları ile harmanlanmış bir toplum görmemek elde değil. Öyle bir güven paranoyası ki, en halkçı geçinene ırkçılık yaptıran, bireyleri, ait oldukları, ya da ait olduklarını düşündüğümüz grupları ile tanımlayıp, önyargılar yaratan…

Problemin kendisi, irdelenmedikçe daha da büyür ve zaman ilerledikçe daha kompleks bir hal alır. Kıbrıs’a bakıldığında, problem büyük değil, devasadır ve bir o kadar da korkunçtur. Çözüm ise bir o kadar net ve açıktır. Çaresizlik ile bezenmiş hayatlar, 20’sinde göç eden beyinler, türlü travmaların aktarımından etkilenmiş, yarı canlı yaşamlar benim kuşağımın sonu olmamalı. İrdelenmeye bugünden başlanmalı. Geleceğimiz, gelecek nesillerimiz ise  geçmişin karanlığından arınmalı, çünkü gelecek, gölgede kalmamalı !

Bu haber toplam 1565 defa okunmuştur
Gaile 349. Sayısı

Gaile 349. Sayısı