1. HABERLER

  2. SİYASET

  3. DP-UG 'YENİ VİZYON'UNU AÇIKLADI
DP-UG YENİ VİZYONUNU  AÇIKLADI

DP-UG 'YENİ VİZYON'UNU AÇIKLADI

DP-UG'nin hazırlamış olduğu 'Yeni Vizyon'un detayları tartışmaya açıldı.

A+A-

DP-UG Genel Başkanı Serdar Denktaş bu sabah basın toplantısı düzenledi. Basın toplantısında DP-UG'nin hazırlamış olduğu 'Yeni Vizyon'un detaylarını Kudret Akay tartışmaya açtı.

DP-UG 'Yeni Vizyon'u içerisinde Vergi Reformu, Vicdari Red Hakkı ve Grev Yasası gibi öneriler bulunuyor. Raporda ayrıca TC Yardım Heyeti'nin, doğrudan fon, yardım/para dağıtan bir kurum olmaktan çıkarılıp, "Program Destek Ofisi"ne dönüştürülmesi bulunuyor. 

DP-UG'nin "Yeni Vizyon' Raporu'nun  tam metni şöyle:

 

"Bu rapor  DPUG Genel Başkanı Sn. Serdar Denktaş’ın Başbakan Yardımcılığı görevinden istifası sonrası,  DPUG için yeni bir vizyon tasarlanması için vermiş olduğu parametreler bağlı olarak hazırlanmış bir rapordur.

Sayın Denktaş  oluşturulması istediği  yeni vizyonun temel ilkelerini 4 ana başlıkta özetlemiştir.

Bu ana başlıklar;

Demokratikleşme
Ekonomik vizyon
Kıbrıs sorunu, çözüm, barış inşası ve  AB
Türkiye ile Mali Program çerçevesinde ilişkilerdi.


Birbiriyle ilişkili bu 4 ana başlık ülkemizde yeni bir özgürlükçü, liberal demokrat, insan haklarına saygılı  siyaset geleneğinin ve paradigmasının oluşturulması hedefini taşımaktadır.

Bir yanda demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesi, diğer yanda sosyal adaleti ve adil bir refah paylaşımını öngören  ekonomik alanla ilgili öneriler;  bir bütün olarak Kıbrıs sorunu, barışın inşası ve Türkiye ile ilişkilerden bağımsız olarak ele alınması nasıl mümkün değilse, raporun öngördüğü yeni ekonomik vizyonun çevre duyarlı ekolojik bir bütünlük arz etmesi de gerekmektedir.

Bu rapor Ekonomik vizyon altında refahın adil paylaşımı gerçekleştirmek için temel olarak yeni bir vergilendirme sistemi önermektedir.

Ticaret, Turizm ve Yüksek Öğrenim ağırlıklı ve /veya öncelikli bir ekonomiye sahip ülkemizde özellikle Tarım ve Hayvancılık Politikalarına, bu aşamada raporda yer verilmemiştir.  Rapor temel ilkeler etrafında şekillenecek modüler bir taslaktır.

Bankacılık, Yüksek Eğitim, Tarım ve  Hayvancılık  başlıkları da buna bağlı olarak teker teker ele alınıp bu konudaki görüşlerde rapora eklenecektir.

Raporun hazırlanma sürecinde, “KKTC Maliye Bakanlığı Bütçe verileri”, -KKTC Resmi Gazete Yayınları”, “2006 ve 2001 Nüfus ve Konut Sayımları” verileri,  DPÖ, 2012 YILI GENEL SANAYİ VE İŞYERLERİ SAYIMI (GSİS) Belediye Bütçeleri (Alsancak ve Lefkoşa), çeşitli sosyal ve siyasal araştırma raporları,  TEPAV  “KKTC Devleti,Fonksiyonel, Kurumsal Gözden Geçirme Çalışması” ,  “TC Lefkoşa Büyükelçiliği, Yardım Heyeti Başkanlığı KKTC 2013 EKONOMi DURUM RAPORU” KKTC Başbakakanlık ve Türiye Cumhuriyeti, Lefkoşa Büyükelçliği Yardım Heyeti tarafından finanse edlip Technopolis grup tarafından hazırlanan “KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURIYETI YÜKSEKÖĞRENIM SEKTÖRÜNE İLIŞKIN DURUM TESPITI ÇALIŞMASI” incelenmiş ve farklı disiplin ve iş kollarında çalışan uzmanların görüşleri alınmıştır.


GİRİŞ

Kıbrıs sorunu ile ilgili yeni bir çözüm sürecinin başlamış olması,21.  Yüzyılın ortaya çıkardığı yeni gereksinmeler ve her koşulda dünya ile bütünleşme gereğinin ortaya çıkardığı ihtiyaç ile yıllardan beridir süregelen düzenin sürdürülemez bir noktaya geldiği gerçeğinden hareket ederek yapmış olduğumuz değerlendirme sonucunda;

Siyasetin ve siyasetçinin bölgeciliğe dayalı partizanlık ve bireye hoş görünme çabalarıyla dibe vuracak kadar itibarsızlaştığı;

Toplumun farklı sosyal sınıfları arasındaki gerek ekonomik gerekse yaşam kalitesi açısından farklılıkların arttığı;

Devletten, iktidardan nemalanmanın birçok alan için normal bir beklenti haline geldiği;


Toplumun farklı sosyal sınıfları arasındaki gerek ekonomik gerekse yaşam kalitesi açısından farklılıkların arttığı;

Türkiye'nin sürekli büyüyen mali katkılarının doğru hedeflere yönlenmeyişi ve yapılan bu katkıların siyasilerimiz tarafından siyasal rant hesabı ile sahiplenilmeye çalışılması;

Esnaf ve zanaatkarların  iş yapamaz duruma geldiği;

Zenginin daha zengin fakirin daha fakir olma sürecine girildiği;

Kıbrıs sorunun sonuca ulaşmasının artık bir zaruret haline geldiği;

Demokratik yapıda yerel yönetimlerin etkilerinin azalması, kendi öz kaynaklarını yeterince değerlendirememeleri, demokratik ve mali denetim için yasal mekanizmalarının yetersizliği;

TC Yardım Heyetinin  pratikte görev tanımı dışına çıkarak  demokratik iradeye hasar vermesi;

TC Yardım Heyetinin ana görevi olan Program Destek işlevini üstlenmesinin zarureti; 

Merkezi  “Politika ve Reform Koordinasyon” yapısının eksikliği önemli sorunlar olarak tsbit edilmiş ve bu olumsuzlukların giderilmesi için yeni bir vizyon ile harekete geçmenin gereği ortaya çıkartılmıştır.

Toplumsal alanının bütününde kuralsızlığın egemen olduğu, mutsuzluğun her alanda şiddetle dışa vurduğu, “gemisini kurtaran kaptan”  inancının güçlenmesiyle  toplumsal geminin batma yolunda hızla yol aldığı bu ortamda, siyasi partilere düşen görevler vardır.


Hepimiz ve özelikle siyaset alanı kabul etmeli ki; Yıllarca “Türkiye versin biz idare edelim” mantığıyla üzerimize serpilen ölü toprağının  ağırlığı altında ezildik,  fikir üretmekten uzaklaştık, günü birlik yaşamayı tercih ettik.  Nasıl olsa “Türkiye çözer” düşüncesini siyasetin normu haline getirdik.

İçinde bulunan bu sürdürülemez durumun olumsuz etkilerinin  en azından bazı alanlarda  farkına varan, rahatsız olan ve bu yüzden seslerini yükselterek, şikayetlerini dile getirerek farkındalığı artıran farklı sivil toplum örgüt ve hareketlerine teşekkür ederiz.

Özellikle genç kesimden daha fazla özgürlük , daha fazla demokrasi, daha fazla insan hakları , daha fazla eşitlik ve daha fazla adalet taleplerinin yükselmesi Demokrat Parti’nin de bu toplumsal gelişmeleri göz önünde bulundurarak politika ve vizyon yenilemesi kaçınılmazdır.

Toplumsal duyarlılıkları çok daha insan, çok daha özgürlük çok daha demokrasi merkezli yeni bir nesil yetişmektedir. Bu neslin öncelikli kaygısı özgürlük, demokrasi, insan hakları, eşitlik, adalet ve ekolojik dengedir.

Tüm dünya bu yeni nesilden etkilenmektedir. Bu nesil Türkiye’de  Gezi’den, Yunanistan’da Sintagma’dan, İspanya’da Madrid’ten, Katalanlar Barcelona’dan,  New York’ta Wall Street’den, Boston sokaklarından adalet, eşitlik ve özgürlük isteklerini dünyaya duyurmuştur.

Bazı alanlarda dünyadan izole edilmiş bir yaşam sürmekte olsak da içinde yaşadığımız  çağda saniyeler içerisinde bireysel ve topluca iletişim kurulup sosyal medya üzerinden fikirler, düşünceler anında paylaşılmakta global çapta eylem ve etkinlikler düzenlenebilmektedir.

Hızla akıp giden yaşantımız içerisinde fark edemediğimiz ancak süratle yaşanan bu gelişmeler Demokrat Parti'nin de yeni neslin taleplerine ayak uyduracak bir değişikliği kendi bünyesi içinde ele alması zorunluluğunu ortaya çıkartmıştır.

Buna bağlı olarak sadece partili düşünürlerin değil ayni zamanda yurdunu seven ve bu sevgiyle ülkemiz adına yeni yaklaşım düşünceleri olan akademisyen, uzman ve profesyonellerden de görüş alarak oluşturduğumuz öneriler Demokrat Parti Genel başkanına sunulmuş ve parti organlarının onayına bırakılmıştır.

Genel Başkan Serdar Denktaş'ın bu görevi bize verirken ortaya koyduğu ilkeler çerçevesinde hazırlanmış olan önerilerimizin paydaşların da görüşü ve katkısı alınarak geliştirilmesi ve uygulamaya girmesi, siyaset alanında bir yenilenmenin önünü açabilecektir.

Genel Başkanın ilke olarak önümüze koyduğu başlıklara bağlı olarak

Daha fazla demokrasi
Daha fazla adalet
Daha fazla eşitlik
Daha fazla insan hakları
Daha fazla özgürlük 
parametleri içerisinde dört ayrı başlıktan oluşan önerilerimiz altta yazıldığı gibidir.

 

DEMOKRASİ PAKETİ

Eşitlik Yasası ve Fırsat eşitliği politikaları.

Ülkemizde “tanımlanmış kategorilerde” bulunan kişiler arasında doğrudan veya dolayı olarak ayrımcılık yapılmasını engelleyecek bir Eşitlik Yasasına ihtiyaç vardır.

Tanımlanmış  kategoriler: Doğum yeri,  Yaş, engellilik , cinsiyet, cinsiyet değişikliği, cinsel yönelim, hamilelik,  annelik ve babalık, etnik köken, mensup olduğu din veya  inanç sistemi, ırk, evlilik ve birlikte yaşamak.
Geçirilmesini önerdiğimiz  Eşitlik Yasası ile  tanımlanmış kategorilerde  işe alımlarda ve çalışma yaşamında dolaylı veya dolaysız ayırımcılık yapmak  yasa dışı olarak tanımlanmalı ve cezai müeyyidesi olmalıdır.

Eşitlik Yasası Kamu Sektörünü  ayırımcılığı ortadan kaldırmak, her türlü baskı, rahatsızlık, her türlü şiddet ve hak gaspını önlemekle yükümlü kılacaktır.

Tüm kamu kurumları esas yasaya bağlı olarak  Fırsat Eşitliği Politikaları geliştirip her yıl sonunda Eşitlik Yasasıyla ilgili performanslarını veriler halinde yayınlamalıdır.

Buna bağlı olarak üyeleri Cumhurbaşkanı ve/veya Meclis tarafından belirlenecek ve Fırsat Eşitliği Politikalarının uygulanması denetleyecek, gözlemleyecek ve gerekli düzenlemeleri önerecek; uyulmaması halinde cezai müeyyide uygulanmasını önerecek bir Fırsat Eşitliği Komisyonu kurulması  gerektiğine inanmaktayız.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Tasdik Yasası

Gerek Birleşmiş Milletler, gerekse Avrupa Konseyi nezdinde insan hak ve özgürlüklerinin sağlıklı uygulanmasını teşvik etmek ve  devletlerin insan hakları ihlallerini engelleyici uygulamalarını geliştirmek için çeşitli insan hakları sözleşmeleri hazırlanmıştır.

Söz konusu sözleşmelerin başında  Kıbrıs Cumhuriyeti Temsilciler Meclisi tarafından kabul edilen “1962  İnsan Haklarını Korumaya dair Avrupa  Sözleşmesi  ( Tasdik ) Yasası ” değiştirilerek  1962 yılından günümüze dek eklenen protokollerin tümünü kapsayacak şekilde (ancak çözümü için müzakere süreci devam eden Kıbrıs sorununu da dikkate alarak ) yeni bir “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi  Tasdik Yasası” hazırlanmalıdır.

 

Vatandaşlık Yasası

Ülkemizde kangren hale gelmiş olan vatandaşlık sorunu insan hakları ilkeleri göz önünde bulundurularak ele alınmalı ve yeni bir vatandaşlık yasası çıkartılmalıdır.

Bu yasa hazırlanırken hangi kategoride olursa olsun yıllardan beridir ülkemizde yaşayan ailelerin Kıbrıs'ta doğmuş ve/veya ilkokul veya ortaokul  eğitimini ülkemizde almış olan çocuklarının kimlik kartı alma yaşına ulaşmaları ile birlikte vatandaş olmaları, yıllar önce Kıbrıs'a çalışmak amacı ile gelen ebeveynlerin beyaz kimlik kartı alabilmelerine olanak sağlanmalı ve bu işlemin kısa sürede tamamlanabilmesi için hazırlanacak yasanın herkes tarafından rahatlıkla anlaşılabilir olmasına özen gösterilmelidir.

Beyaz kimlik kartı sahipleri seçme seçilme hakkı hariç tüm vatandaşlık haklarını kullanabilmeli, yerel seçimlerde ise oy kullanmaları sağlanmalıdır.

Yasa şu an ülkemizde ikamet etmekte olan kişileri kapsamalı, ileriye yönelik açık vatandaşlık fırsatı olarak değerlendirilmemelidir.

Azınlıklar yasası

1974 öncesinde bugün KKTC’de sınırları içerisinde yaşayan ve/veya mülkü olan ve her Kıbrıs kökenli Maronit KKTC’de ikamet edebilmeli, KKTC kimlik kartı alabilmelidir . 

KKTC sınırları içerisinde bulunan tüm Maronit köylerin yerleşime açılması ve mülklerinin iadesi  hedefimizdir.  Buna bağlı olarak gerek Eşitlik Yasası gerekse bir “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi  Tasdik Yasası” kapsamına girecek olan Kıbrıslı Maronitler tercih ettikleri takdirde gerek KKTC yurttaşlığına girme hakkına sahip olacaklar gerekse bugüne kadar çeşitli sebeplerden dolayı kullanamadıkları mülkiyet haklarını kullanabileceklerdir. Mülkiyet hakkının kullanımıyla ilgili mevzuat AİHM’in de onayladığı Taşınmaz Mal Komisyonunun kararları doğrultusunda olacaktır.

Benzeri bir şekilde 1965-1974 yılları arasında  bugün KKTC sınırları içerisinde bulunan bir bölgede yaşayan Kıbrıs Cumhuriyeti kurucu anlaşmalarıyla “azınlıklar” olarak tanımlanan  diğer azınlık toplum üyeleri de ayni yasa kapsamında olmalıdırlar.

Mülteci hakları

Demokrat Parti, Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliğinin beyan ettiği şekliyle;

“Her mülteci güvenli sığınma hakkına sahiptir. Fakat uluslararası koruma fiziksel güvenlikten fazlasını içerir. Mültecilere en azından ülkede yasal olarak ikamet eden diğer yabancılara sağlananlarla eşit haklar ve yardım, her bireyin sahip olması gereken temel ihtiyaçlar dahil olmak üzere, verilmelidir. Böylece, mülteciler düşünce ve dolaşım özgürlüğü, işkenceye ve onur kırıcı muameleye tabi olmama gibi temel medeni haklardan yararlanırlar. Benzer biçimde, sosyal ve ekonomik haklar diğer bireylere olduğu gibi mültecilere de
tanınır. Her mülteci sağlık hizmetlerinden yararlanabilmelidir. Her yetişkin mülteci çalışma
hakkına sahip olmalıdır. Hiçbir mülteci çocuk okula gitmekten alıkonulmamalıdır”

görüşü benimsenmeli ve uluslararası mülteci koruma rejiminin temelini oluşturan 1951 Sözleşmesi ve 1967 Protokolü’nün ülkemiz şartlarını göz önünde bulundurarak yasal mevzuatımızın parçası olması yönünde çaba sarfedilmelidir.

Vicdani ret hakkı

Demokrat Parti Vicdani ret hakkını, önerdiğimiz yeni  Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi  Tasdik Yasası  bağlamında ve  7 Temmuz 2011 tarihli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı doğrultusunda tanımalı ve bu hakkın verilmesi için gerekli yasal düzenlemenin yapılmasına destek vermelidir.

Seçim ve Halkoylaması Yasası

Her hangi bir seçim sisteminin temel iki ilkesi bulunmaktadır. Bunlardan biri temsiliyet diğeri ise istikrarı sağlamaktır. Bu iki temel koşula ek olarak ülkemiz tecrübe, pratiği ve koşullarına uygun iki bacaklı, alttan üste demokratik denetim mekanizmasını getiren, seçmene  başarısız hükümetleri düşürme fırsatını veren kapsamlı bir yeni Seçim Sistemi ve Halkoylaması taslak  çalışması benimsenmelidir.  Yeni bir yasa ile hedeflenecek bir başka temel ilke ise  Yasama ile Yürütmenin ayrıştırılmasını sağlamaktır.


Sendikalar Grev ve Lokavt Yasası

Her alanda olduğu gibi çalışma hayatımızı düzenleyen yasalar ve kurallar da güncellenmelidir.

Grev hakkı kadar öğrenim, ekonomik hayatın sürdürülebilirliği, günlük yaşamın devamlılığı da bir haktır ve bu haklar birbirini korumak suretiyle kullanılmalıdır.

Sınırsız özgürlük özgürlüklerin sonunu getirir.  Özgürlük sadece istediğimizi yapabilme kapasitemiz değil ayni zamanda başkalarının eylemlerinden kendimizi koruma kapasitesimizdir de.

Bir bireyin veya bir topluluğun özgürlüğü diğer bir grubun özgürlük alanlarına müdahale etmemelidir.

Mevcut sendikal anlayışın sıkça gündeme getirdiği grev  tehditleri ve eylemleri bir taraftan sosyal ve ekonomik yaşantımızı olumsuz etkilerken özellikle eğitim kurumlarımızda çocuklarımızın doğal hakkı olan eğitimi sıkça sekteye uğramaktadır. 

Daha fazla demokrasi talep ederken bir özgürlüğün bir başka özgürlüğü kısıtlayamayacağı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Son yıllarda yaşadığımız gelişmeler bizlere, sendikalar grev ve lokavt yasasının güncellenmesi gerektiğini göstermektedir.

Uzlaşmazlıkların daha farklı metotlarla çözümü için taraflar  yeni çözüm modelleri üretmelidirler. Buna bağlı olarak  özellikle AB ülkelerini örnek alarak bazı yasaların güncellenmesi gerekmektedir.

EĞİTİM

Eğitimde yeniden yapılanma yerelleşme

Ülkemizde eğitim alanında yaşanan sorunlar çok boyutludur. Bütün sorunları burada tekrar etmenin anlamı yoktur.

Ancak içinde bulunulan durumdan ne öğretmenlerin, ne yöneticilerin ne velilerin memnun olduğunu söyleyemeyiz. Bunun doğal sonucu ise öğrencilerimizin uğradığı mağduriyettir.

Eğitimde yeniden yapılanma kaçınılmazdır.  Müfredattan tutun da sınav ağırlıklı sistemin dayattığı sorunlara, bütçe yetersizliğine kadar bir çok sorun masaya yatırılmalıdır.

Ancak bu uzun süreli yeniden yapılanma programına geçmeden önce eğitim alanında 3 ana temel unsur etrafında pilot uygulama başlatılmalıdır. Bu ilkeler;

a) Demokratikleşme
b) Yerelleşme/yerinden yönetim
c) Fırsat Eşitliğidir.


Okulların yönetimi veliler, öğretmenler ve Yerel Yönetimlere devredilmelidir.

Farklı sosyo-ekonomik, demografik özellikler gösteren ve tercihen farklı bölgelerde bulunan 3 veya 4  okulda  Pilot Uygulamaya geçip, okul yönetimin ağırlıklı olarak velilerden oluşan, okul Müdürlüğü, öğretmen ve  Yerel Yönetim temsilcisinin de yer alacağı Okul Yönetim Kuruluna devir yapılmalıdır.

Seçilen okullarda gerçek öğretmen ihtiyacı ve diğer mali ihtiyaçlar temel alınarak oluşturulacak bütçeleri Okul Yönetim Kurulları yönetmelidir.

Okulların günlük ihtiyaçları ile ilgilenecek, sorunları saptayıp çözmeye çalışacak olan Okul Yönetim Kurulları olmalıdır.

Hedefimiz Milli Eğitim Bakanlığını günlük okul işlerine karışan, müdahale eden ve sorunları çözmeye çalışan  verimsiz bir kurum olmaktan çıkarıp eğitime yön veren temel politikaları belirleyen verimli bir kurum haline getirmektir.

Falanca okuldaki “bozuk tuvaletin” tamiri Eğitim Bakanlığının uğraşı olmamalıdır. Okul Yönetim Kurulları okulların yönetiminde tam anlamıyla sorumlu hale getirilmeli, bütçeleri kontrol edilmeli ve  ek kaynak yaratmalarına fırsat verilmelidir. Eğitim Bakanlığının bir  görevi de  her okulun performans değerlendirmesi olmalıdır.


Yükseköğretim ve Akademik Personel

DAÜ’nün zamanında doğru bir kararla kuruluşu ile Yükseköğretim sektörünün temelleri atılan ülkemizde bugün, bu sektör gerek ekonomik gerekse kültürel ve sosyal alanlarda  önemli bir yer tutmaktadır.

Sektör global rekabete  açık bir sektördür. Doğru bir düzenlemeyle de ülkemize girdileri çok yüksek miktarlarda olabilir. Sektörü global piyasada avantajlı duruma getirebilmek için  devlet sürekli tedbirler almıştır.

Son olarak 30 Mart 2009 tarihli  “Yükseköğretim Kurumları Mali Düzenleme Yasası”ile ülkemizde başka hiçbir sektöre tanınmayan muafiyetler, Yükseköğrenim sektörüne tanınmıştır.

Ancak yaptığımız analiz ve değerlendirmeler, bu muafiyetlerin hedeflediği ekonomik getirilerin toplumun geniş  kesimlerine yayıldığını  göstermemektedir.

TC Lefkoşa Büyükelçiliği, Yardım Heyeti Başkanlığı KKTC 2013 Ekonomi Durum Raporu’nda da belirtildiği gibi bu sektörün “GSYH hesaplamalarına göre ekonomiye olan katkısının düşük” olmasının nedenlerini sorgulamalıyız.

Yine ayni rapora göre “Yükseköğretim sektörünün GSYH içindeki büyüklüğü 2009 yılında 292 milyon TL’den den 2013 yılında 439 milyon TL’ye yükselmiştir. Sektör değer olarak büyürken GSYH içindeki payında bir değişiklik olmamıştır. 2009 yılında GSYH’nın yüzde 5,4’ünü oluşturan sektör, 2013 yılında yüzde 5,6 oluşturmaktadır.”

Aslında TL bazında büyüme %50 görülürken Dolar bazında büyüme %16.  TL değer kaybı bu sektörü etkilemektedir

Özetle, verilen muafiyetler sektöre 200 Milyon TL’lik bir değer artışı verirken, bunun ülke zenginliğine katkısı minimal düzeyde olmuştur. 

2009 yılında GSHY’nin %5.4’ünü oluşturan sektörün muafiyetler sonrasında GSHY içindeki payı %5.6 olmuştur. Bu sektör girdilerinin ekonomik dağılımı ile ilgili olarak ciddi araştırmalara ihtiyaç olduğu ortadadır.

Sektörle ilgili bütünlüklü bir yaklaşım mutlaka ele alınmalı YÖDAK yasası yeniden ele alınarak gerçek anlamda özgür bir yönetim oluşturulmalıdır.

Ancak bu aşamada sektörle ilgili öncelikli hedeflerimiz;
a) Eğitim Kalitesinin artması
b) Sektör girdilerinin toplumda daha adil bir şekilde paylaşımı
c) Sektörel desteğin amacına uygun bir şekilde kullanımının sağlanması
d) Sektörde çalışan özellikle akademik personele iş güvencesi ve sürekliliğinin  sağlanması
e) Akademik özgürlüklerin güvence altına alınmasıdır.

Yükseköğretimde kaliteyi artırmak ancak iş güvencesi, sürekliliği ve akademik özgürlüğe sahip akademisyenlerle başarılabilir. 

Buna bağlı olarak üniversitelerimizde görevli akademisyenlerle görüşerek, daha demokratik bir üniversite yapısına nasıl geçebileceğimizi tanımlamak zorundayız.

Yükseköğretim sektörüyle ilgili bir başka kaygımız ise,  sektörde “FAYDALANICI SAHİP”  konumunda olan gerçek/özel ve tüzel kişilerin Yükseköğretim sektörüne sağlanan imtiyazlı konum nedeniyle elde ettikleri birikimlerini, KKTC piyasasının genelinde haksız rekabete yol açabilecek  girişimlerde bulunmalarıdır.

Sektörde “Faydalanıcı sahip” konumundaki gerçek/özel veya tüzel kişilerin, bankacılık,  lokantacılık, seyahat acenteciliği, otel ve plaj işletmeciliği, hatta düğün organizasyonu yaptığını gözlemlemekteyiz.

Yine ayni kurumlar, okul öncesi eğitim de dahil olmak üzere, ilk ve orta eğitim sektöründe de önemli bir paya sahiptirler.

“Faydalanıcı sahip”  gerek Para Kambiyo yasalarımızda gerekse FATF kurallarında (Financial Action Task Force) %25 veya üstü hisse sahibi gerçek veya tüzel kişiliği anlatmaktadır.

DP haksız rekabetin karşısında olmalıdır. Gerekli yasal düzenlemeler yapılarak Rekabet Kurulu’nun etkin bir şekilde çalışmasını sağlayıp, pazar ilişkilerinin  adil koşullarda gerçekleşmesi sağlanmalıdır.

Küçük ve orta ölçekli işletmelerimiz korumak öncelikli olmalıdır.

Yükseköğrenim sektörüne sağlanan imtiyazlar ve muafiyetler öncelikle bu sektördeki kaliteyi artırmak ve sektörü geliştirmek için kullanılmalıdır.

Sektörün avantajlı konumu, diğer sektörlerdeki yatırımcılara karşı ayrıcalıklı bir duruma neden olmamalı, haksız rekabet önlenmelidir.

Üniversitelerimizin ülkemize taşıdıkları öğrenci nüfusu nedeniyle ekonomimize yaptıkları katkılar gözle görülürdür.  Sonunda ülkemizde “her gün konaklayan yabancı bir nüfus” bulunmaktadır.

Ancak yükseköğrenime bakışımızı sadece bu veri ve düşünce etrafında şekillendiremeyiz. Çünkü bu düşünce şekli her şeyden önce “yükseköğrenimin” bir “eğitim” alanı olduğunu unutturmakta,  bir de bu sektörün ekonomimize gerçek girdileri konusunda şaşırtmaca yaratmaktadır.

Ülkemiz hakkındaki ekonomik verileri en kapsamlı olarak derleyip yayınlan TC Lefkoşa Büyükelçiliği, Yardım Heyeti tarafından hazırlanan “ KKTC 2013 EKONOMi DURUM RAPORU” maalesef bu  şaşırtmacanın güçlenmesine dolaylı olarak destek vermektedir.

Söz konusu rapor gerçek istatistiki verilere dayanan ve KKTC Ekonomisi hakkında en kapsamlı bilgileri veren bir rapordur. 

Ancak söz konusu kapsamlı rapor yükseköğrenim sektörüyle ilgili olarak, “Yapılan anket çalışmaları neticesinde bir öğrencinin bir yıl zarfında harcadığı para 35.759 TL’ dir.  2013 yılında yurtdışından gelen öğrencilerin ekonomiye yaptığı toplam katkı 1 milyar 800 milyon TL’dir. KKTC’li öğrencilerin harcamaları ile beraber 2013 yılında tüm üniversite öğrencilerinin harcamaları toplam 2 milyar 243 milyon TL’ye ulaşmaktadır” derken, bu anketlerin kimin tarafından, ne zaman, nasıl ve hangi yöntemle yapıldığını bizlere söylememektedir.

DPÖ’nün konuyla ilgili aşağıda verdiğimiz tablosunda;


 

2013-14 öğretim yılı yabancı talebe sayısı 50,068 olarak gösterilmektedir.  Söz konusu raporda belirtildiği gibi 1 milyar 800 M TL harcanmışsa talebe başı 35,951 TL harcama yapılmış demektir.  

Tüm talebelerin (62,726) harcaması iddia edildiği gibi 2 milyar 243 milyon ise talebe başı 35,758 TL gibi rakam ortaya çıkmaktadır ki bu da KKTC vatandaşı talebelerin de yabancı talebeler kadar para harcadığını varsayar. Sanıyorum hesaplamaların yanlışlığı net bir şekilde görülmektedir. 

Tahminimizce TC Büyükelçliği ve KKTC Başbakanlık tarafından finanse edilen  veTechnopolis isimli grup tarafından 2012 yılında yapılan KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURIYETI YÜKSEKÖĞRENIM SEKTÖRÜNE İLIŞKIN DURUM TESPITI ÇALIŞMASI”  yukarıdaki raporda belirtilen görüşlerin kaynağını oluşturmaktadır.


Çalışmayı yapan grup “  KKTC’de sektörel istatistiklerin yetersizliğinden dolayı sektörlerin birbiriyle ilişkilerine ve genel olarak ekonomiye katkılarına ilişkin reel veriye dayalı bir analiz yapılamamaktadır” tespitinde bulunduktan sonra, çalışma bulgularının temelini de şöyle açıklamaktadır;

“Söz konusu hesaplamalar, üniversitelerin burslu öğrenci dağılımı temin edilemediğinden, bu veriyi gönderen Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde öğrenim gören öğrencilerin burs dağılımı esas alınarak yapılmıştır.” Özetle elimizdeki verilerin yetersizliği ortadadır.

Bunları bilmediğimizden dolayı bu iddiaları bu aşamada sadece varsayımlar olarak değerlendirmek durumundayız.  Bir not olarak şunu da bu aşamada düşmeliyiz;  ülkemizde şu anda öğrenci olarak bulunan bir çok genç insan, inşaatlardan tutun da garsonluk hizmetine kadar bir çok sektörde çalışılırken karşımıza çıkmaktadırlar.

Bu nedenlerle kurulmasını önerdiğimiz Devlet İstatistik Dairesinin sektörün ekonomiye yaptığı gerçek katkıyı ve bu katkının toplumsal faydalarını gösterecek bir çalışma yapması elzemdir.

Bu başlıklarla ilgili bütünlüklü perspektif sektörle ilgili tüm paydaşların görüşleri alındıktan ve yükseköğretim çalıştay raporları da incelendikten sonra oluşturulabilir.

Devlet İstatistik Dairesi

Bilginin şeffaflığı ve erişilebilirliği çağdaş  demokrasilerin temelini oluşturmaktadır. 
Halen DPÖ altında  bulunan istatistik birimini AB normlarına uygun bir şekilde Devlet İstatistik Dairesi olarak yeniden yapılandırmalıyız. Verilerin toplanmasından sunumuna kadar AB standartlarına uyum sağlanmalıdır.

 


EKONOMİ PAKETİ

Temel Hedefler

Refahın adil paylaşımını sağlamak
Dışa bağımlılığı azaltmak
Yerel Vergi Yöntemine geçmek
Demokratik hesap verebilir enstrümanlarının kullanılmasını sağlamak
İkamet ve mülk sahipliği bazında de-facto nüfusu kayıt altına almak
Vergi tabanını genişletmek

Temel ilkeler

Üretimden değil tüketimden vergi almak
Gelir Vergisinin kaldırılması
Varlık Vergisi uygulanmasına geçiş
Verginin demokratik bir denetim aracı haline gelmesini sağlamak
Herkesten varlığı  kadar almak herkese mümkün olduğunca  ihtiyacı kadar sağlanmalı

Toplumsal Refah ve Gelir Vergisi

KKTC Maliye Bakanlığı verilerine göre 2015 yılında toplanması hedeflenen toplam  gelirvergisi 461 Milyon TL civarındadır. Bu toplam miktarın 200 Milyon TL’si kamu sektörü ve KİT çalışanlarından gelmekte,  260 Milyon TL’si özel sektör çalışanlarından  gelmektedir. Kurumsal vergilerin toplamı ise 2015 yılı için  215 Milyon TL olarak öngörülmektedir.

TC Lefkoşa Büyükelçiliği, Yardım Heyeti Başkanlığı KKTC 2013 EKONOMi DURUM  raporuna göre ülkemizdeki  Nominal Milli Gelir,  2013 yılı itibarıyla 7.8 Milyar TL iken 2015 yılına kadar da %8’lik bir büyüme beklendiğinden toplam 8.4 Milyar TL olması gerekmektedir.


Yine ayni rapora göre  2015 yılında kişi başına düşen GSYH 17.220 $ olacağı tahmin edilmektedir.

Bu verilerle ilgili iki ana problematik bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi gerek kişi başına düşen gelir, gerekse Milli Gelirle toplanması hedeflenen gelir vergisi arasındaki uçurumdur.

Bir diğer problematik ise gerek ortalama gelirin gerekse Milli Gelir’in gerçekte toplumdaki dağılımıdır.  Toplumun büyük bir bölümün yıllık 17.220 $ gibi geliri olmadığı aşikardır.

Ortalama gelirle ilgili bir örnek üzerinden gidecek olursak;
Toplam nüfusun 10 kişi olduğu bir toplulukta her bir birey 1000 TL kazanırsa,
10 x 1000 =10.000/10=1000 TL ortalama gelir olduğu ve bunun her bir birey arasında eşit bir şekilde dağıldığını görürüz.

Halbuki yine toplam 10 kişilik nüfusta  9 kişi 200 TL  ve 1 kişi 8200 TL kazanırsa, bu toplumda da ortalama gelir 9 x 200 + 1 x 8200/ 10 = 1000 TL olur. Ancak bireyler arasındaki dağılım bu örnekte büyük bir eşitsizlik gösterir. Bir yanda az kazanan büyük çoğunluk diğer yanda çok kazanan bir azınlığın mevcudiyeti söz konusu olur..

Özetle kişi başına düşen milli gelir de bu örneklerdeki ortalamaların hesaplandığı şekilde hesaplanmaktadır. Bu da gelirin büyük bir kısmının küçük bir azınlık tarafından, küçük bir kısmının ise büyük bir çoğunluk tarafından paylaşıldığının bir göstergesi olabilir.

Bizler birinci örnekte olduğu gibi mutlak bir eşitlik sağlama iddiası veya hayali içerisinde değiliz.  Ancak  vatandaşlarımızın refahtan pay alma oranları arasındaki farkın da ikinci örnekte olduğu gibi uçurumlarla ayrılmamasını istiyoruz.

Bugünkü durumla ilgili göstergeler ise, ikinci örnekte olduğu gibi küçük bir azınlığın pastanın büyük kısmını paylaştığı, büyük bir çoğunluğun ise küçük bir payı paylaşmak durumunda olduğu yönündedir.
Bu raporda bir an önce kurulmasını önerdiğimiz  Devlet İstatistik Dairesi'nin hayata geçmesiyle beraber milli gelirin hangi gruplar arasında nasıl paylaşıldığını yıllık olarak saptaması gerekecektir.

Özetle; Devlet bugünkü verilere göre kişi başına düşen milli gelirden sadece  %10 oranında dahi gelir vergisi alabilmiş olsaydı,  bu rakam 493 Milyon $ civarı yani 1.281.000.000 TL civarında olacaktı. 

Bugün bu rakam yani devletin toplayabildiği  toplam gelir vergisi ise KKTC Maliye Bakanlığı verilerine göre, yukarıda da belirttiğimiz gibi 461 Milyon TL’dir.

Yani devlet ne toplaması gereken vergileri toplayabiliyor ne de toplanan vergilerin sonucunda adil bir sosyal devlet ortaya çıkabiliyor.  Sistem çalışmıyor.

Ne toplanan vergiler adil olarak toplanabiliyor ne de refah adil olarak dağıtılabiliyor. Bu korkunç bir durumdur ve sürdürülmesine müsaade etmemelisiniz.

Bunun sonucunda da az kazanın çok, çok kazananın az vergi ödediği algısı toplumsal bir genel kanı olurken, devletin adil bir mekanizma olmadığı algısı da güçlenmektedir. Devlet kendi kurduğu sistemle kendine olan inancı, güveni sarsmaktadır.

VERGİ REFORMU


Merkezi HÜKÜMET GELİRLERİ
PAYE  (Pay As You Earn)


Kazandıkça kadar öde prensibi:  Bununla ilgili temel sorun kimin ne kazandığının objektif olarak ölçülebilmesinde, daha doğrusu ölçülememesinde yatar. 

Evrensel sistem, deklare edilen/bilinen gelir üzerinden vergi almaktır. Bu sistemde kayıt altındaki kesimden vergi almak sorun yaratmaz. Örneğin kamu kesimi çalışanları;   Kimin ne kazandığı belli ve devlet kaynaktan vergi kesme işlemini yapabilir.

Ancak özelde çalışan her bir bireyden vergi almak için,  her bir bireyin ne kadar kazandığını saptamak gerekmektedir ki bu da hem zaman ve emek kaybına hem de içinde bulunduğumuz adaletsizliğe neden olmaktadır. 

Üstelik ülkemizde yaygın olarak özellikle kamu çalışanların ikinci bir işle meşgul oldukları, bu çalışmalardan ek gelir elde ettikleri ve gelirleri denetim altına almanın imkansızlığı da ortadadır.

İçinde bulunduğumuz sistemde özetle, KKTC’nin en zengin kişisi gelirini ayda 6000 TL gibi komik kazanç olarak beyan edebilir. Bu kişinin ödediği vergi de orta düzeyde bir memurun, küçük bir market sahibinin, küçük bir lokantanın, kendi hesabına çalışan bir  tesisatçının ödediği vergiden daha düşük olur.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi ülkemizde adaletsiz vergilendirme ve gelir dağılımın neden olduğu toplumsal hassasiyet, çoğu kez basında ya da kamusal alanda dile getirildiğini duyduğumuz “nereden buldun” yasasına olan ihtiyaçla da kendini göstermektedir.

Farklı meslek dallarından kişilerin çoğu kez gelirlerine denk düşmediği varsayılan değerlere sahip oldukları; yapılan kayıt dışı işlerden kayıt dışı gelir elde ettikleri, veya ödemeleri gereken vergileri ödemedikleri  sık sık karşılaştığımız suçlamalardır.

Devlet bugüne kadar bu konuda toplumu tatmin edecek ne bir yasal düzenleme yapabilmiş ne de kayıt dışı geliri kontrol edebilmiştir.

Bu durum ise vatandaşın devlete olan güvenini, inancını sarsmaktadır. Sosyal devlet anlayışı ve daha kötüsü sosyal devlete ve de devlete olan inanç sarsılmıştır.

Her bir bireyin ne zaman ne kazandığını, bunun haklı mı haksız kazancı mı olduğu; kayıt dışı gelirle mi elde edildiği sorularının cevabını bulmak tahmin edeceğiniz gibi çok zor neredeyse imkansız gibidir.

Bu konuda ne kadar yasal düzenleme yapılırsa yapılsın, pratikte bu işin neredeyse imkansızlığı da bir başka sorundur. Ancak toplumun gözü önünde her gün devam eden bu adaletsizliğe de sessiz kalmamak gerekmektedir.

Vergi sistemlerinin ve de özellikle PAYE diye bilinen “kazandıkça öde” ile  vergilendirme ilkesi olarak “çok kazanandan çok, az kazanandan az” ilkesi birlikte yürütülen klasik bir vergilendirme sistemi olup, bu enstrümanın hedefi veya iddiası vatandaşlar arasındaki refah dağılımını daha adil bir şekle sokmaktır.

Ancak çok bariz bir şekilde görülebileceği gibi bu enstrümanın ülkemizde ve daha bir çok başka ülkede başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir.

Halkımız arasındaki yerleşmiş genel kanı “çok kazananın az, az kazananın ise çok” ödediği şeklindedir.  Yani kullandığımız enstrümanın başarması beklenen sonucun tam tersi bir durumdayız.

Ancak önümüzdeki bir gerçeklik durmaktadır. Halkın bir kesimi gözle görülür bir refah düzeyi içerisindeyken önemli bir bölümü refah pastasından çok daha az miktarda yararlanmaktadır.

Bu nedenle  kazanç sonunda elde edilen objektif ve ölçülebilir değerler üzerinden vergi elde etmek çok daha adil ve verimli olacaktır.

Ülkemizdeki refahın dağılımında var olan eşitsizlikleri dengelemenin yolu, yüksek refah düzeyli kesimden, alt refah düzeyinde bulunan nüfusa kaynak aktarmaktan geçmektedir.
PAYE  (pay as you earn) yerine PAYO (pay as you own)

Gelir üzerinden değil varlık üzerinden vergi.

Hesaplama metodu

Her bir bireyin toplam “değeri”, varlığı belirlenecektir. Bu da çok zor bir şey değildir.

Bireyin sahip olduğu taşınmaz malların değeri (Muafiyetler hariç)

Bireyin sahip olduğu taşınabilir malların değeri.  (Hane içi kişisel kullanım ve muafiyetler hariç)

Hisse senedi, tahvil, bono etc

Toplamın belli bir yüzdeliği merkezi yönetime kişisel katkı  vergisi  adı altında ödenecektir.


Örnek gelir vergileri

Genel olarak yüksek refah düzeyleriyle ilişkilendirilen iki profesyonel meslek grubu üzerinde Resmi gazetede yayınlandığı şekliyle  yaptığımız çalışma bizlere bu meslek gruplarından birine ait kişilerin aylık ortalama 34 TL,  bir diğer meslek grubuna ait kişilerinin vergi ödeyenlerinin ortalamasının ise  253 TL olduğunu saptadık. 

İşte bu durum yukarıda bahsedilen  toplumsal adaletsizlik inancının, devlete olan güvenin inancın yitirilmesinde önemli bir rol oynamaktadır.

Hedefimiz kimsenin kazancı değildir. Temennimiz aksine herkesin daha fazla kazanması daha yüksek bir refah düzeyine erişmesidir. Ancak bu gerçekleşirken de toplumsal adalet sağlanmalıdır.

Teker teker her bir meslek grubu üyelerinin peşine düşüp gelirlerini hesaplamak gerçekten zordur. Ancak bu gelirlerden elde edilen ölçülebilir değerlerdeki servetten vergi almak çok kolaydır.

Zenginden daha fazla fakirden daha az prensibi hayata geçirilmelidir.
Sosyal adalet ancak böyle sağlanacaktır.

Verginin Yerelleşmesi

Yerel Katkı Payı

Belediyelerimizin bir çoğu bugün mali açıdan kötü durumda, sürdürülebilir bir yapıda değillerdir.  Belediyelerin kendi ayakları üzerinde durabilmeleri için gelirlerini artırmaları gerekmektedir.

Bunun gerçekleştirilebilmesi için de Belediyeler yasasında değişiklik yapılması elzemdir. Bu değişiklikler yapılırken, vergi yasasında yapılacak değişikliklerle de Belediyelerin doğrudan ve anlamlı miktarda vergi toplayabilmesi sağlanmalıdır.

Bu düşüncenin bir bacağı Merkezi vergilendirmenin yerine yerel vergilendirme sistemini getirmektir.

Belediye sınırları içerisinde yaşayan her bir bireyin belediye bütçesine anlamlı bir katkısı olmalıdır

Şu anki sistemde bu katkının bir bölümü dolaylı olarak yapılmaktadır:
Merkezi yönetim vatandaşlardan topladığı vergilerin %9’unu belediyelere katkı payı olarak vermektedir.

Bu sistem sürekli olarak Yerel-Merkez çekişmesine neden olmaktadır.  Merkezi yönetime demokratik denetim açısından bağımlı olmayan Yerel Yönetim Başkanları bu finansmanı ( bir çok örnekte gördüğümüz gibi)  Belediyelerde çalışan sayısını artırmak yoluyla,  bir yanda hizmet artışı ve de bir şekilde yeniden seçilebilmeyi garanti altına alacakları bir gelir olarak görmüşlerdir.  

Bu finansman yönteminin yani Merkezden alıp yerele vermenin  bir başka eksikliği, demokratik hesap verme eksikliğidir. 

Vatandaş nezdinde devletin verdiği paranın kendi cebinden çıktığı bilinci yerleşmemekte, böylelikle vatandaş yerel yönetimlerden “kendi parasının hesabını” sormamaktadır.

Bu yöntemin bir başka zafiyeti ise, yerelin, merkezi otoritenin yerel vergi toplama kapasitesine bağımlı olmasıdır.

Bir başka zafiyet ise yerel sınırlar içerisinde ikamet eden,  ancak merkezin topladığı yerel vergiler kapsamında vergi vermeyen veya sadece dolaylı vergi veren nüfusun yerel bütçeye hiçbir katkısının olmamasıdır.

Bu dolaylı ve pahalı şekilde işleyen vergilendirme yani yerelin merkez tarafından finansman modeli değiştirilecek, bunun yerine Yerel yönetimlerin toplayacağı Yerel Katkı Payı  sistemi getirilmelidir.

Yerel Vergi Dağılımı örnek bütçe oluşumu.

% 30 : Kişi Katkı payı. Her bir birey eşit öder.
% 50:  Emlak Değer Katkı Payı. Her bir hane değerine göre öder
% 20: Diğer gelirler  (Su, belki de elektrik, harçlar, izinler vs) Her bir birey kullandığı kadarını öder.

EMLAK VERGİLERİNİN ADİL HESAPLANMA METODU

Emlak vergileri 1. Basamak değerlendirme:
a) Sürekli ikamet edilen/kullanılan bina:  Vergi miktarı daha düşük
b) Boş tutulan bina: Vergi miktarı daha yüksek
(Kiralar düşecek, gelişigüzel inşaat son bulacak, planlı gelişim sağlanacak)

Emlak vergileri 2. Basamak değerlendirme
a) Metrekare: Büyüdükçe vergi artar
b) Bölge: Değerlendikçe vergi artar

Emlak vergileri 3. Basamak değerlendirme
a) Konut : Daha düşük
b) Ticari faaliyet: Daha yüksek

NOT:  2011 Konut Sayım Sonuçları detaylı olarak açıklanmamıştır. 2006 sonuçlarına göre toplam 72624 hanenin 44452’si hane sahipleri tarafından ikamet etmek için kullanılmaktadır. Bir başka deyişle nüfusun %61 ikamet ettikleri konutların mülkiyetine sahiptirler. 

2006 yılı itibarıyla konutların %39’u (17111 hane)kirada bulunmaktadır. Bu da 2006 yılı itibarıyla konutların %39’unun gerçek veya tüzel kişilikler tarafından kira amaçlı olarak kullanıldığını, bu konutların gerçek veya tüzel kişilerin kendi kullanımlarında olmadıklarını göstermektedir. 

Ayni istatistikler bizlere kirada bulunan 17111 hanenin 15148’nin özel veya tüzel kişilerden kiralandığını gösterirken, bu 15148 hanenin özel veya tüzel kişilik bazında dağılımını göstermemektedir.

Yani bu 15148 hanenin kaç kişiye ait olduğunu bilmiyoruz.
Bu konuda da kurulmasını önerdiğimiz Devlet İstatistik Dairesinin  elektronik kayıtlara geçen tapu verilerini kullanarak KKTC Mülkiyet Dağılımını ortaya çıkartmasını sağlayacağız.

ELİMİZDEKİ İLK BULGULAR BİZLERE BATMIŞ DURUMDA OLAN LEFKOŞA TÜRK BELEDİYESİNİN YEREL VARLIKLARIN DOĞRU VERGİLENDİRİLMESİYLE ÇOK KISA SÜREDE DÜZLÜĞE ÇIKIP EN ZENGİN BELEDİYE OLABİLECEĞİNİ GÖSTERMEKTEDİR. 

ADİL BİR VERGİLENDİRME SİSTEMİNE GEÇMEK İÇİN KAYBEDECEK VAKTİMİZ KALMAMIŞTIR

 

-----------------------------------------------------

EK NOT: RAPORUN YAZIM AŞAMASINDA DPÖ, 2011 KONUT SAYIMLARININ KISITLI VERİLERİNİ AÇIKLAMIŞTIR.  BUNA GÖRE KKTC GENELİNDE TOPLAM KONUT SAYISI 89621 OLARAK BELİRLENMİŞTİR.

POTANSİYEL  KONUT GELİRLERİ : ORTALAMA 150 TL X 89621 = 13.443.150 TL AYDA
YILLIK: 13.443.150 X 12 =  161.317.800 TL. 

BU MİKTARA İŞYERLERİ DAHİLDEĞİLDİR.

İŞYERLERİNİN DE HESAPLAMAYA DAHİL OLMASIYLA BU MİKTAR 300 MİLYON TL  ÜZERİNE ÇIKABİLİR.

BELEDİYELERE DEVLETİN İSE ŞU ANDA AKTARDIĞI MİKTAR 176 MİLYONTL CİVARINDADIR.

BU SİSTEMİN HALK TARAFINDAN İLK ANDA KABUL GÖREBİLMESİ  İÇİNTAHMİNİMİZE GÖRE ORTALAMA BÜYÜKLÜKTE BİR KONUTTAN AYLIK 100-150 TL’DEN FAZLA VERGİ İSTENMEMESİ GEREKİR.

ANCAK UMUTMAMAK GEREKİR Kİ BU KONUTLARDA YAŞAYANLAR  ARTIK GELİR VERGİSİ VERMEYECEKLERDİR. 

VE YİNE UMUTMAMAK GEREKİR Kİ HER KONUTUN BİR MUAFİYETİ, VERGİNİN BİR BAŞLANGIÇ NOKTASI OLACAKTIR. ÇÜNKÜ İNSAN YAŞAMININ EN TEMEL İHTİYAÇLARINDAN BİRİSİ BARINAKTIR.

BU NEDENLE HİÇ KİMSE HİÇ BİR GELİRİ OLMASA DAHİ BARINAKSIZ KALMAMALIDIR.
BUNA BAĞLI OLARAK  TEKNİK EKİPLERLE BELİRLENECEK BELİRLİ BİR METREKARE HER HANEDE VERGİ MUAFİYETİ İÇERİSİNDE YER ALACAKTIR.


ÖZETLE SAĞLIKLI BİR YAŞAM İÇİN GEREKLİ METREKARE ALANI VERGİ DIŞINDA KALACAKTIR. BUNUN DIŞINDAKİ ALANLAR İSE YUKARIDA DETAYLARI VERİLDİĞİ ŞEKİLDE VERGİLENDİRİLECEKTİR.

MERKEZİ YÖNETİM BELEDİYELERE SADECE PROJE BAZINDA DESTEK VERECEK.
BU DESTEĞİN SAĞLANABİLMESİ İÇİN DE HER BELEDİYE STRATEJİK GELİŞİM PLANI HAZIRLAMAK ZORUNDA OLACAK.

BİRBİRLERİNE KOMŞU KÜÇÜK BELEDİYELER STRATEJİK GELİŞİM PLANLARINI BİRLİKTE HAZIRLAYACAKLAR. 

BELEDİYELERİN DIŞTAN SAĞLAYACAĞI FONLAR/YARDIMLAR DA STRATEJİK GELİŞİM PLANI ÇERÇEVESİNDE OLACAK VE İLGİLİ BAKANLIĞIN ONAYI İLE GERÇEKLEŞECEBİLECEK.

YEREL YÖNETİMLER İŞLETME SAHİBİ OLAMAYACAKLAR. ÖZEL SEKTÖR BELEDİYE REKABETİ OLAMAYACAK. YEREL YÖNETİMLER ALTYAPI SAĞLAYACAKLAR

----------------------------------------------------

Önerdiğimiz Yeni Vergi Sisteminin uygulamaya geçebilmesi için  DPÖ’nün Türkiye İstatistik Kurumu ve AB desteğiyle yapmış olduğu  2012 YILI GENEL SANAYİ VE İŞYERLERİ SAYIMI (GSİS) verileri çok büyük bir önem arzetmektedir.

Şu ana kadar yayınlanan sonuçlar da bizlere nasıl adil bir vergilendirme sistemi getirebileceğimiz konusunda ciddi anlamda yol göstericidir.

Yine benzeri bir şekilde 2006 ve 2011 Konut Sayım sonuçları da adil bir vergilendirme sisteminin uygulanabilmesinde yol gösterici olacaklardır.

 

KIBRIS SORUNU ÇÖZÜM, BARIŞ İNŞASI VE AB İLİŞKİLERİ


Çözüm ve Barış İnşası

Annan Planı bütünlüklü bir çözüm modeli olarak gündeme geldiği zaman Demokrat partinin duruşu “ne hemen evet ne hemen hayır” şeklinde olmuş ve planın dört kez değişikliğe uğrama sürecine etkin katkı verilmişti.

DP o dönemlerde kaygılarını seslendirirken, Annan Planının bir kutsal kitap olarak değil bir referans olarak alınıp, adım adım uygulanacak güven artırıcı/yaratıcı önlemlerle barışın inşa edilmesi gerektiğine dikkat çekmeye çalışmıştı .

DP’nin 2000-2004 yılları arasındaki  Kıbrıs sorunuyla ilgili iki temel saptaması şunlardı;

a) Barışı inşa etmek için “adım adım çözüm” modeline geçmeliyiz

b) Kıbrıs Türk siyasi tarihini  bir yanda bir varoluş mücadelesi diğer yanda ise bir demokrasi  mücadelesi karşıtlığından çıkarıp, yeni revizyonist bir paradigma çerçevesine oturmak gerektiğiydi. Çünkü Kıbrıs Türk siyasi tarihi gerçekten hem bir varoluş mücadelesi hem de bir demokrasi mücadelesiydi.

Bunlara uyumlu bir şekilde 2003 yılında geçişlerin serbestleştirilmesi için DP ciddi bir uğraş vermişti.

Geçişlerin serbestleştirilmesinin güçlü bir şekilde istenmesinin nedenlerinden biri olgunun “adım adım çözüm” modeliyle  olan ilişkisiydi

Annan Planı sürecinde izlenen  çizgi ise ikinci saptamayla çok yakından ilişkiliydi.
Referandum günü geldiği zaman, plandaki hem artıları hem de eksiklikleri tespit ederek ve toplumda bir kutuplaşmanın önüne geçmek için tabanını kendi hür iradeleriyle karar vermek için serbest bırakmıştı.
Sanırım Demokrat Parti’nin o günlerde üstlenmiş olduğu tarihi görevin önemi bugün daha iyi anlaşılmaktadır. 

Adım adım çözüm görüşü o günlerde Annan Planı karşıtları tarafından “adım adım ödün” Annan Planı destekleyicileri tarafından ise “çözümden kaçış” olarak nitelendirilmişti.

Referandumdan bu yana geçen 11 yıl süresince bütünlüklü bir çözüm bulma uğraşları bugüne kadar bir sonuç vermemiştir.  Halbuki bu  11 yıl  iki toplum arasında barışı yeniden inşa etmek için kullanabilirdi

Ancak gerek siyaset alanında gerekse sosyal kültürel alanda zaman zaman “GYÖ” adı altında atılan bazı adımların yanlışlığına bu raporda da da dikkat çekmek zorundayız.

DP “Kıbrıs Cumhuriyetindeki haklarımızı almak gerekir” inancı etrafında şekillenen görüşlerin ötesine geçmelidir.

Kıbrıs Cumhuriyetindeki haklarımız, kurulan bir Cumhuriyetten dolayı ortaya çıkan yasal haklardır.

Biz  sadece Cumhuriyetten kaynaklanan haklarımızdan değil, Cumhuriyeti kuran haklarımızdan bahsetmeliyiz.

Nasıl ki 1959 anlaşmalarının altına imza atarak yeni bir Cumhuriyetin eşit ortağı olmuştuk şimdi de yeni bir Federal Cumhuriyetin kuruluş anlaşmalarına imza atarak  yeni bir kurumsal yapının yani  devletin ortağı olacağız.

İşte bu nedenle, haklarımızı sadece Kıbrıs Cumhuriyeti kurumları etrafında şekillendirmek yanlıştır. Bizim haklarımız o kurumları kurma hakkını içinde barındıran haklardır.

1964’ten bu yana gerek yapısal gerekse sosyo-psikolojik olarak Kıbrıslı Rumlaşan Kıbrıs Cumhuriyeti ve onun kurumlarına katılmak yerine, yeni bir Kıbrıs için yeni kurumların kurulmasını önermeliyiz.

DP siyasi eşitliğimiz gözetecek, barışın inşası için kurulacak  yeni ortak yapıların destekçisi olmalıdır.

Ancak var olan kurumların içine girmemizi, o kurumların ülkemiz ve insanımız üzerinde  irade sahibi olmasını getirecek hiçbir adıma destek vermemesi gerektiğine inanmaktayız.

Çözüm Kıbrıs Cumhuriyetine entegre olmaktan değil yeni bir Kıbrıs kurmaktan geçer.

Bu çözüm pozisyona da atılacak küçük adımlarla ve barışı inşa ederek varılabileceğine inanıyoruz.

Gerek Türk tarafının gerekse Rum tarafının resmi tezleri, BM Genel Sekreterinin pozisyonu da olan “bütünlüklü çözüm” modalitesini reddetmeden; iki toplumu yakınlaştırıcı adımlar atarak, siyasi eşitliğimizi sağlayacak, kuzeyi bizlerin, güneyi onların, tüm Kıbrıs’ı ise beraber yöneteceğimiz, iki kurucu devlet temelinde oluşacak yeni bir Kıbrıs için çalışmaya hazır bir   parti olmalıdır Demokrat Parti.


AB ile ilişkiler, Siyasi Temsilcilik ve AB Bakanlığının örgütlenmesi

Ülkemizin AB ile ilişkileri  “sui generis” bir durum arzetmektedir. İçinde bulunduğumuz durumu burada tekrar etmenin anlamı yok.

Demokrat Parti olarak, çağdaş liberal bir parti vizyonunun gereği olarak  tüm kurumlarımızla AB içerisinde yer almamızı savunmalı ve AB ile ilişkilerimizi kurumsallaştırmamız için gerekli adımları atmalıdır.

AB’nin Kıbrıs Türklerine  ilişkin politikası 26 Nisan 2004 tarihinde, Kıbrıs AB’ içinde yerini almadan hemen önce Genel İlişkiler Konseyinde şu şekilde belirtilmişti:
“Kıbrıs Türk toplumu, Avrupa Birliği’yle bir gelecek istediklerini açık bir şekilde ortaya koydular. Konsey Kıbrıs Türk toplumunun izolasyonuna  son vermek ve Kıbrıs Türk toplumunun ekonomik olarak kalkınmasını destekleyerek Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini kolaylaştırmak istemektedir. Konsey, Komisyonu bu amaca yönelik olarak kapsamlı tekliflerde bulunmaya ve bu bağlamda özellikle de adanın ekonomik olarak bütünleşmesine ve iki toplum arasında ve AB ile olan iletişimi iyileştirmeye odaklanmasını ister.”


Yukarıdaki politikaya bağlı olarak Komisyon Yeşil Hat Tüzüğü ve Mali Yardım Tüzüğünü geliştirmiş ve yürürlüğe koymuştur.

AB ile kurumsal olarak ilişkilerimiz büyük ölçüde bu iki tüzük etrafında şekillenmektedir.

Yeşil Hat Tüzüğünün uygulanmasında Ticaret Odası işlev yüklenirken Mali Yardım Tüzüğünün uygulanmasının koordinasyonunu da Başbakanlığa bağlı AB koordinasyon Merkezi üstlenmiştir.

Ancak süreç içerisinde, KKTC olarak zamanında doğru politikaları üretemememizin sonucu olarak, AB ile siyasi  ilişkilerimizi de teknik bir birim olan AB Koordinasyon Merkezine devretmiş olduk.

Bu birim  AB ile siyasi ilişkilerimizi geliştirecek kapasiteye sahip değildir.

Görevi AB Yardım Tüzüğünün uygulanmasını koordine etmektir.

Ancak bürokrasinin kendi içindeki güç dengeleri ve işleyiş mekanizması sonunda KKTC’nin neredeyse AB ile tüm ilişkileri bu Merkeze ve neredeyse  şahıslara bağımlı kılınmıştır. Bu yapıyı aşmak zorundayız, siyasi alandaki ilişkileri kurumsallaştırmalıyız.


1 Mayıs 2004 sonrası gelişen ortamda AB, Kıbrıslı Türklere yönelik politikanın uygulama sorumluğu dönemin Genişleme Müdürlüğüne vermişti.

Bu karar ve uygulama Kıbrıslı Türkler açısından çok önemliydi.

Avrupa Birliği Genişleme Müdürlüğüne bağlı olmak, Kıbrıs’ın AB’ye katılım sürecinin tamamlanmadığını ve bu sürecin ancak bir çözüm sonrasında Kıbrıslı Türklerin de etkin katılımı ile gerçekleşeceği mesajını taşıyordu.

Şapkayı önümüze koyup düşünmek ve geçmişte yapılan hataları veya alınmayan önlemleri görmek düzeltmek gerekmektedir.

Kıbrıs Türk Masasının Genişleme Müdürlüğünden alınıp, Bölgesel Politikalar Müdürlüğüne taşınması, Kıbrıs’ın artık Genişleme Sürecini tamamladığı mesajını vererek AB’nin bizimle olan ilişkisini toplumsal bir ilişki dışında, bir coğrafi ilişki olarak tanımlamak anlamını taşımaktadır.

Kıbrıslı Rumların uzun bir süreden beridir ısrarla istemiş olduğu bu politik değişiklik gerçekleşene kadar ne haberdar olduk ne de müdahale edebildik. Çünkü bu müdahaleyi yapabilecek yapıları kurmadık.


Karar açıklandıkan sonra KKTC Dışişlerinin  tavrı da  ilginç bir seyir göstermiştir. Dışişleri önce sert tepki koymuş sonra “ikna edildiğini” belirtmiştir. Ancak nasıl ikna olunduğu konusunda bir bilgi sahibi değiliz.

Bu gelişmeler AB ilişkilerimizi kurumsallaştıramamamızın doğal sonucudur.
AB ile ilişkilerimizi yıllardır AB Koordinasyon Merkezi üzerinden götürmeye çalıştık.

Geldiğimiz durum ortadadır ve başarısızlıktır.

AB koordinasyon Merkezi  insan kaynakları olarak AB Mali Yardım Programını koordine edebilecek , uzman  ve teknik kapasitesi yüksek insan kaynaklarına sahiptir.

Ancak bu birimin kapasitesi bu kadarla sınırlıdır. AB ile siyasi ilişkiler başka bir uzmanlık alanına girmekte, başka kapasiteleri gerektirmektedir.

Var olan ve konusunda işleyen yapıları daha da geliştirmeli ancak zafiyetlerini de görmeliyiz.  AB ile ilişkilerimizi artık kişiye endeksli yürütmeye çalışmaktan vaz geçmeliyiz.

Cumhurbaşkanlığı bünyesinde AB Siyasi Temsilciği/birimi   oluşturulmalı, AB ile siyasi süreç ve ilişkilerin adresi burası olmalıdır. 

AB tarafından Kıbrıs Türk Liderliği olarak tanınan Cumhurbaşkanlığı bünyesinde AB ile siyasi ilişkilerimizi kurumsallaşmalıyız.

Cumhurbaşkanlığı nezdinde oluşturulacak siyasi mekanizma, AB ile ilgili siyasi temsilcilik işlevini yürütürken, hükümetlerin de AB kurumları ve üye ülkelerle ilişkilerini yürütecek Bakanlık düzeyinde oluşuma ihtiyaç olacaktır.

Bununla ilgili önerimiz de Dışişleri Bakanlığının, AB ve Dışişleri Bakanlığı olarak isimlendirilip, Dışişleri Bakanlığının ileriye dönük personel gereksinmelerinde AB uzmanlık alanlarına öncelik vermesi, var olan diplomatik personelin de AB konusunda gerekli eğitimlerden geçmesidir.


TC ile ilişkiler

TC Yardım Heyetinin fonksiyounu

TC Yardım Heyeti finansmanlarıyla hazırlanan, TEPAV  KKTC Devleti, Fonksiyonel, Kurumsal Gözden Geçirme Çalışması nda da belirtildiği gibi “Yardım Heyetinin İkame Etkisi, Kapasite Oluşumuna Olumsuz Yönde Katkıda Bulunmaktadır”

Bunu biz değil TC’li uzmanlar bilimsel raporlarında söylemektedirler. Yine ayni raporda da belirtildiği gibi “TC Yardım Heyeti proje değerlendirme ve seçme işlevi”  ülkemizi ve de özellikle planlı bir gelişme programı yapmayı ve de demokratik irademizi bir çok nedenden dolayı olumsuz olarak etkilemektedir.

Merkezi hükümetler çoğu kez Yardım Heyetinin finanse  etme kararı aldıkları Belediye projelerini basından öğrenmektedirler.
Bu tutum, merkezi hükümetleri itibarsızlaştırmaya, hiçleştirmeye  neden olmaktadır.

TC Yardım Heyeti doğrudan  fon, yardım, para dağıtan bir kurum olmaktan çıkmalıdır. 

Ülkemiz kurumlarına yapılacak yardımlar, ilgili bakanlıkların bilgisinde ve onayı ile Bakanlıklarımız aracılığıyla yapılmalıdır.

TC Yardım Heyeti ismi de değiştirilerek gerçek fonksiyonu olması gereken Program Destek  Ofisine dönüşmelidir.

Bu ofis tüm TC kaynaklı mali yardımın denetlenmesini de üstlenmeli ve altı aylık sürelerde hem TC hem de KKTC Başbakanlığına raporunu sunmalıdır.

TC Mali Yardım mekanizmasını yeniden kurmak durumundayız. Bu, demokratik irademize sahip çıkabilmemiz adına çok önemli bir gereksinimdir.

Gerek TC’den gelecek gerekse AB’den gelecek mali yardımların koordinasyonunu bu raporda kurulmasını önerdiğimiz  Sosyal Politikalar Reform Bakanlığı üstlenmelidir.

TC Yardım Heyetinin işlevi sadece  TC  destekli programlarını doğal olarak izleme ve değerlendirme yaparken, Program Teknik  Desteği olmalıdır.


Sosyal Politikalar Reform Bakanlığı

Rapor içerisinde sunduğumuz öneriler ve yeni politikalar bir çok farklı bakanlığı ilgilendirmektedir.

Ancak bu güne kadar ki tüm koalisyon hükümet denemelerinden edinilen tecrübe bakanlıklar arasında program uygulanması açısından büyük bir koordinasyon eksikliğinin ortaya çıkmasıdır.

Bu nedenle herhangi bir hükümet modelinde önerimiz, hükümet programının uygulanması koordine edecek, tüm diğer bakanlıklar için yeni politikalar üretecek olan “Sosyal Politikalar Reform Bakanlığı” adı altında yeni bir Bakanlığın kurulmasıdır. 

Tüm diğer Bakanlıklar günlük icraatlarını takip ederken bu bakanlık koordinasyon görevi üstlenerek, Politika Üretim Merkezi şeklinde çalışacaktır. Yine yukarıda sözü ettiğimiz TEPAV raporunun da belirlemiş olduğu koordinasyon eksikliği bu sayede giderilebilecektir.

------------------------------------------


EKLER

Bu rapor bu aşamada burada son bulurken esasında bitmiyor. Bu raporda temel felsefi düşüncelerimizi ve bazı konulardaki önerilerimizi ortay koyuyoruz..

Ancak rapor içerisinde de belirttiğim gibi bu bir modüler çalışmadır. 

Hayatımızı etkileyen tüm alanlarda yeni öneriler geliştirmek, daha adil daha mutlu bir toplumsal yapıya ulaşmamız gerekmektedir.

Şu anda Bankacılık Sektörüyle ve Yeşil Hat Tüzüğüyle ilgili çalışmalarımız devam etmektedir. 

Merkez Bankası’nın işlevi ve sorumlulukları (Başkanının atanması da dahil), Elektrik Kurumunun geleceği,  Capital Gains Tax,  sektörel ve türdeş kdv oranları, Stopajlar, fonlar ve kullanımları, sübvansiyonlar üzerinde çalıştığımız  ekonomik alanı ilgilendiren diğer konulardır.

Demokratik bir yaşamın olmazsa olmazı; yazılı basının ve özellikle günlük gazetelerin ekonomik sorunları

Polisin demokratik kontrol ve denetim mekanizmasının oluşturulması

İtfaiyenin sivil kuruluş olarak özerkleştirilmesi
Çalışma hayatında  grev, eylem  ve örgütlenme  haklarının güncelleştirilmesi de demokrasi paketini ilgilendiren üzerinde çalışılan  konulardır

Bunları da önümüzdeki günlerde hazırladıkça DP’ye sunacağız.

Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederiz."

Bu haber toplam 4781 defa okunmuştur