1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Dört tarafı (denizlerle) çevrili bir alan:Huis Clos/Kıbrıs
Dört tarafı (denizlerle) çevrili bir alan:Huis Clos/Kıbrıs

Dört tarafı (denizlerle) çevrili bir alan:Huis Clos/Kıbrıs

Dört tarafı (denizlerle) çevrili bir alan:Huis Clos/Kıbrıs

A+A-

 

Pervin Yiğit
pervinyigit@gmail.com

İnsanoğlu, insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz (1)

“Cehennem başkalarıdır”, Varoluşçuluk denildiğinde ilk akla gelen isimlerden biri olan Jean-Paul Sartre’ın en çok bilinen sözlerindendir. Bu cümleyi Sartre’ın yaşam felsefesi bağlamında düşünmeden yorumlamak; bizi yanlış ve eksik anlaşılmalara sürükleyecektir. Sartre’ın burada en basit şekilde anlatmak istediği; gerçek cehennemin insanın kendisiyle yüzleşmesi olduğu ve bu yüzleşmeye de diğer insanların aracılık ettiğidir.

Cümlenin geçtiği tiyatro oyunu, 1944 yılında II. Dünya Savaşı’nın hazin etkilerinin hissedildiği bir dönemde “Huis Clos” ismiyle yazılmıştır. “Çıkış yok”diye Türkçe’ye çevrilse de diğer dillere “Dört tarafı çevrili kapalı alan”, “Kapalı kapılar ardında özel bir tartışma”, “Kısır döngü”, “Gizli oturum”, ve “Çıkmaz sokak” gibi isimler ile girmiştir.Oyunun esas amacı bu ünlü cümleyi varoluşçu felsefenin fikirleri ışığında açıklamaktır. Bireyi yaşayan bir varlık olarak ele alan Sartre, bu oyunda ölmüş olan üç kişinin cehennemde buluşmalarını kurgulayarak ölümün, yaşamın, bilincin ve özgürlüğün anlamını tartışır. Oyunda, yaşarken birbirini tanımayan üç farklı karakter, öldükten sonra içinde ayna ve kapatılması mümkün olmayan ışıkların olduğu bir odaya yerleştirilir. Ortak olan tek noktaları suçlu olmaları ve bundan da vicdanen rahatsız olmalarıdır. İlk olarak herkes kendisini iyi ve masum gösteren maskesiyle korumaya çalışırken,oradan çıkış olmadığını anladıkları anda sahte kişiliklerini bir kenara bırakarak aslında suçlu olduklarını birbirlerine itiraf etmişlerdir. Herkes suçlu olduğu için odaya yerleştirildiğini idrak edince de, cehennem diye adlandırılan bu odadaki işkence aletinin ne olduğunu merak etmişlerdir. Tam bu kısımda oyunun esas amacı belirginleşir; Sartre bireye esas işkencecinin diğerlerinin varlığı olduğunu farkettirir ve oyunun kalan kısmında da savunduğu yaşam felsefesini detaylandırır.

Bu noktada diğer kişilerin varlığı bireyi kendisiyle yüzleştirmesi açısından hayati bir öneme sahiptir çünkü birey ne olduğuna dair onlara itirafta bulunurken aslında kendisiyle hesaplaşır. Bu yüzdendir ki, oyundaki karakterler kendi kendileriyle yüzleşmekten kurtulmak için, birbirlerini görmezden gelerek, sadece kendi düşünceleri ile başbaşa kalmaya ve böylece bu cehennem işkencesinden kurtulmaya çalışmışlardır. Fakat, böylesine bir yok sayma mümkün değildir. Diğerlerini gözardı etmenin imkânsızlığından şu monologda bahsedilir:“Diğerlerini unutmak mı? Ne kadar da saçma. Sizin burada olduğunuzu hissediyorum, sessizliğiniz kulaklarımda bir haykırış. Ağzınızı çivileyip, dişlerinizi kesebilirsiniz ama buradaki varlığınızı yok edemezsiniz. Düşüncelerinizi durdurabilir misiniz? Ben onların bir saat gibi işleyişlerini duyuyorum, tik tak tik tak ve eminim ki siz de benimkileri duyuyorsunuz. Benim yüzümü bile çaldınız, siz benim yüzümü biliyorsunuz”. (2)

Birey açısından, diğerini yok saymanın imkânsızlığı vurgusu yapıldıktan sonra bu sessiz kalma uğraşı bir karakterin ayna araması ile sonlanır. Sartre, ayna metaforunu toplum, birey, ve özgürlük ilişkisini açıklamak için bir araç olarak kullanır. Aynanın eksikliğini hissettirdiği karakter, gerçekten var olduğundan emin olmak için aynanın gerekli ve yeterli olduğunu savunur. Bahse konu karakter, ayna olmayan bir yerde, varlığından bile şüphe ediyor olduğunu söyler. Onun için ayna, başkaları ile konuşurken kendisini seyredebileceği, başkalarının kendisini gördüğü şekilde kendisini izleyebileceği, bir nevi var olduğundan emin olmasını sağlayan bir şeydir.Burada önem olan nokta, kişinin kendisini başkalarına gözüktüğü şekilde görmesidir. Birey, dışarıya/ötekine/topluma cesur bir birey olduğuna dair bir imaj çizdiyse, aynadan kendisini bir başkasının gözünden gördüğü için artık kendisini cesaretli olarak tanımlamaya başlar. Başka bir deyişle, başkalarına anlattığımız hikaye, doğru ya da yanlış, bizim kendimizi görme/tanımlama yolumuzu belirler. Kendi kendimizi hikayeler aracılığı ile inşa ettiğimizden dolayı, karşımızdakinin bakışlarında bu hikâyelerin ürettiği imajı görürüz. O hikayede kendimizi nasıl kurguladıysak, o kişi oluruz/olduğumuzu gösteririz. Sartre’ın bu oyunda yaptığı cehennem tasvirinde ayna olmamasının sebebi bize “diğerlerinin” önemini göstermektir. Böylesine bir cehennemde, aynanın yoksunluğu şahısları itiraf sürecine götürür ve diğer karakterlerin gözleri ayna görevini üstlenir. Açıkçası, her biri için diğer iki kişinin gözleri/varlığı o şahsı kendisiyle yüzleşmeye yani itirafa zorlar. Birey itiraf sürecinde başkalarına kendisinin ne olduğunu itiraf ederken, kendisi ile de yüzleşir ve sahte kişiliklerin yerini gerçek kişilikler alır. Diğerleri bireye ayna tutarak kendisini gösterir ve kendisiyle yüzleşmesini sağlar. Tam da bu noktada cehennem, ateş ya da acı olarak değil de, başkalarının varlığından dolayı bireyin içine düştüğü durum olarak ortaya çıkar.

Kısacası cehennemdeki ceza, kişilerin birbirlerine mahkum olmaları ve birbirlerini yüzleşme aracı olarak görmeleridir. Bu yüzleşme sırasında, birey bir başkasının bilincinde kendini nesne olarak görerek, varoluşunu da özgürlüğünü de yok eder. Bu yüzdendir ki, diğerleri bizim cehennemimiz olur. Basit bir şekilde örnek vermek gerekirse; korkakça bir eylemde bulunmak, başkalarının gözünde bireyi “korkak” diye etiketlendirir ve o kişinin daha sonra cesurca bir hareket yapmasını engeller. Diğerleri, sözü edilen bireyin niyetini, duygularını ve düşüncelerini değerlendirmeden ona sıfatlar yükleyip onu yargılarlar. Başkalarının o kişiye atfettiği özellikler ile bireyin kendi özellikleri aynı olmayabilir ama zaten buradaki esas sorun o kişinin “ne” ve “nasıl” olduğunun diğerlerine bağlı olmasıdır.

Bir kişinin hikayesinin içinde başkaları/diğerleri mutlaka yer bulur ve bu da sonradan kişinin cehennemi olur. Bizim kendi hikâyelerimize toplumda yaşayan diğer insanlar bir şekilde dahil olur ve bize özellikler yüklerler. Kısacası; bizim elimizden “kendi” olma hakkımızı, kendi istediğimiz gibi olma hakkımızı alırlar. Bu yüzdendir ki kişiyi nesneleştiren diğerleri; artık o kişinin cehenemi, ızdırap kaynağı olur.

Peki, yüzleşmek bizler için neden sorun teşkil eder? Çünkü insanlar maskeleri ile yaşarlar; Sartre’ın dediği gibi insanlar korkak oldukları için kahramanları, kötü oldukları için ermişleri oynarlar. Her insan “her zaman bir hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleri ile çevrili yaşar; başına gelen herşeyi onlar aracılığı ile görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır” (3).Kişiler yalnızken BEN ve KENDİM aynı şey olur. Fakat diğerleri bize baktıklarında “kendimizi” değil de onlara sunduğumuz “ben”i görürler. Sartre’ın felsefesinde gerçek olan tek şey bilincin varlığıdır ve bu bilinç de varlığını göstermek için diğerlerine ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç anında başkaları “ben”i öldürür çünkü kişi artık kendisine atfedilen sıfatlar ile yaşamaya/tanımlanmaya başlayarak aslında kendi benliğini yitirir. Bu sebepledir ki Sartre hayatı bir hikâye anlatıyormuşuz gibi yaşadığımızı belirttikten sonra, kişinin yaşamayı ya da bunu anlatmayı seçmesi gerektiğini söyler çünkü ikisi aynı anda mümkün değildir. Aslında bu seçim kendimizi oluşturma özgürlüğüne sahip olmak ve ötekinin bizi tanımlamasına ve bireyselliğimizi öldürmesine izin vermek arasındaki seçimden başka bir şey değildir.

Sartre, tam da bu noktada bilincimizin varlığının gerçek olduğu ve diğerlerinden bağımsız olduğu üzerinde durur. Bu yüzden diğerleri aslında özgürlüğümüzü bizden alamazlar; insan özgür olmaya mahkumdur (4). Kişi “kendisi için bir varlık” olarak sürekli bir oluşum içindedir ve bu süreçte kendini diğerlerinden bağımsız bir şekilde tasarlamalı ve özgürlüğü bu bağlamda anlam kazanmalıdır.


Her birey varolur, var olduktan sonra kendini bulmaya cüret eder ve varoluşunu istediği gibi kullanıp özünü istediği gibi oluşturur.

Antik Yunan’dan beri süregelen ve siyaset felsefesi açısından önemli bir tartışma konusu olan insanın doğal bir ereği ya da doğal insanın belirleyici özelliklerinin olması, Sartre’ın tamamen karşı çıktığı ve özgürlüğümüze engel olarak gördüğü bir noktadır. Ne Aristoteles’in savunduğu üzere insanın doğal ereği iyi bir vatandaş olmaktır, ne Jean Jacques Rousseau’nun dediği gibi insanın doğal durumu iyidir, ne de Thomas Hobbes’un söylediği gibi insan bencil ve kötü bir varlıktır. Sartre’a göre insan özü gereği iyi, kötü, bencil, yalnız, yardımsever ya da merhametli olamaz. İnsanlığın önceden belirlenmiş bir özü yoktur; kişi kendi özünü özgürce seçer ve kendi kendini yaratır. Başka bir deyişle, insanın özü varolmadan belirlenemez, sadece insan söz konusu olduğunda varoluş özden önce gelir. Sartre’ın şiddetle savunduğu,“ben böyleyim, bu şekilde yaratıldım” cümlesinin yerine “ben kendimi böyle oluşturdum, bu özelliklere sahip olmayı ben seçtim” cümlesini koyarak varlığımızla ilgili tüm sorumluluğu almaktır.

Bulantı kitabında da anlatıldığı üzere kendi bilincimiz dışında kalan bu anlamsız evrenle yüzleştiğimizde ve yaşamak için buna mecbur olduğumuzu anladığımızda keder hissederiz? (5). Dünyanın kendinde varlığı insana bulantı duygusu verir çünkü varlıklar dünyada öylece, anlamsız bir şekilde dururlar; onlara değer katan sürekli bir oluşum içerisinde olan insanlardır.Sartre’a göre bu bulantı haliyle baş edebilmek için düşünme, seçme ve harekete geçme özgürlüğümüzü kullanmamız gerekir. Bu yüzden der ki “tanrı varsa bile ona savaş açıp onu yok etmeye çalışmalıyız, çünkü o bizim özgürlüğümüze engeldir” (6).Tanrı’nın, kaderin olmadığı bir düzende, kendi hayatımızı çok olasılıklı durumlar arasından seçim yapma gücümüzle inşa ederiz. Kendi değerlerimizi yaratır, olasılıklar içinden bazılarını seçip bazılarından da vazgeçerek kendimizi yaratırız. Günün sonunda kendi hayatımızdan başka bir şey olmayız (7).

Kişi, kendini gerçekleştirme sürecinde, çevresine karşı kayıtsız kalamaz. Her bireyin içinde yaşadığı sosyal çevrede hareketlerinin bir amacı, kendisinin bir duruşu, inançları ve tercihleri olması gerekir. Kendini oluşturma, izole bir şekilde yapılabilecek ve başarıya ulaşabilecek bir eylemden çok, diğerlerine değer vererek gerçekleşecek bir eylemdir.

Varoluşçuluğun temel prensipleri ve Sartre’ın sözü edilen oyunda üzerinde durduğu yüzleşme, ayna ve diğerlerinin varlığı gibi kavramlar ışığında Kıbrıs Türk toplumunun içinde bulunduğu durumu irdeleyebiliriz. Her toplumda olduğu gibi bizim toplumumuzda da bazı kişilerin maskelerin arkasında yaşadığı inkâr edilemez bir gerçek. Bu maskeler genellikle toplumda bir yer edinmek ve topluluk içerisinde farklı gruplar tarafından kabul görmek için kullanılır. Oyunda geçen “sen bana iyi davranırsan ben de sana iyi davranırım” ve “sana inanmamı istiyorsan, önce bana inanmakla başlamalısın” gibi replikler, herkesin herkesi tanıma konusunda diğer toplumlardan çok daha fazla şansa sahip olan Kıbrıs Türk toplumunun bazı üyelerinin şu andaki davranış halini açıklayabilir. “Sen beni sanatçı olarak görürsen ben de seni bir yazar olarak görür, ona göre davranırım” ya da “sen benim maskemi kabul et ki ben de senin maskeni gerçek kişiliğin olarak kabul edeyim” gibi açıkça söylenmeyen anlaşmalar ile bireyler maskelerini yeni yüzleri olarak kabullenir. Tabiri caizse, “körler sağırlar birbirini ağırlar” ifadesi tam da Sartre’ın bahse konu repliklerinin bizim toplumumuzdaki yansımasıdır.

Maskelerin arkasına saklanan sadece bu kişilerin karakterleri değil, aynı zamanda bugüne kadar başlarına gelen tüm şanssız ya da kötü olayların altında yatan sorumluluklarıdır. Bu bireyler mağduru oynayarak, hem sorumluluk almaktan kurtulur hem de kendilerini haklı duruma sokarlar. “Benim suçum yok, böyle olmasını istemedim, içinde bulunduğumuz durum aslında bizim değil, Rumların, Türkiye’nin, uzaylıların suçu, bize biçilen hayat, bizim doğamız, kaderimiz, şanssızlığımız bu” diyerek hem sorumluluktan kaçılıyor hem de bir sonraki hamlenin başarısız olma ihtimali karşısında şimdiden şahıslar kendilerini garantiye alıyorlar. Böylece suçlu hep başkaları; diğerleri; dışarıda olanlar oluyor.

Bu bireylere odaklanırsak, Sartre’ın kurguladığı bu odanın bizim adamıza dönüştüğünü görebiliriz. Maskeli kişiler, kocaman bir açık hava tiyatrosunda maddi ve manevi tutsaklar oluyorlar ve  birbirlerine bağımlı hale geliyorlar. Bu durum bir türlü bitmediği, bitmesi için de bir emek sarfedilmediği için, bu kişiler ölene kadar; varoluşlarını değiştirme haklarını kaybedip durağanlığa ulaşıncaya kadar, sahte kimlikleri ile yaşamaya devam ediyorlar. Sonrasında hep aynı cümleler kuruluyor: “Aslında biz bu düzeni, bu mesleği, bu evi, bu eşi istemedik ama o her şeyden sorumlu şartlar getirdi bizi buraya”. Oysa başka birileri, hayatın sunduğu ya da dayattığı her şeye, tüm koşullara karşı gelerek başka insanlar oldular; kendilerine başka “ben”ler yarattılar.

“Her insan, herkes karşısında herşeyden sorumludur” (8)

Maskeler aracılığıyla kişi,sanatçıyı, entellektüeli, sorumluyu, iyiyi, merhametliyi oynuyor ama aslında herkes bir şey olarak kendini göstermeye çalışırken, aslında hiçbir şey olmanın ötesine de geçemiyor. İşin kötü tarafı ise; bu durum sadece birey olarak kendisini etkilemiyor. Bireyin oluşma sürecinde yaptığı seçimler de vazgeçişler de kendisiyle beraber toplumdaki diğer kişileri de ilgilendirir. İnsan seçim yaparken toplum için de yapar. Kişinin maskeler arkasına saklanmayı, bireysel çıkarları ile motive olmayı seçmesi toplumu genel olarak etkiler.  Kişi, kendi başına ne iyi ne de kötü olabilir. Bireyin ahlaki bir değeri ancak ve ancak topluluk içinde yaşayarak, diğerlerini yok saymayarak olur. Başkalarının varoluşuna saygı göstererek, onların da hazlarını, acılarını, çıkarlarını kendimizinmiş gibi hissederek, toplumun iyiliğini herşeyin üstünde tutarak maskelerimizden kurtulur, samimiyete ve ahlaki yetkinliğe ulaşırız.

Cehennemin bizi beklemeyen diğer dünyada olduğu fikrinden vazgeçerek, aslında bir arada yaşayarak oluşturduğumuz koşulların doğal sonucu olduğunu kabullenirsek; birbirimize “cehennemi” yaşatmadan, maskesiz, ortak iyi temelinde herkesi düşünerek davranırsak, başımıza gelen herşeyin hepimizin suçu olduğunu kabullenir ve hayatımızı/düzenimizi değiştirmek için sorumluluk almaya başlarız.

-----------------------------------------------

Notlar
1. Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002), 36.
2. Jean Paul Sartre, No Exit, and three other plays (United States: Vintage Books, 1989). (tüm çeviriler bana aittir).
3. Jean-Paul Sartre’dan aktaran William L.Randall, Bizi ‘Biz’ Yapan Hikayeler: Kendimizi Yaratma Üzerine Bir Deneme (İstanbul: Ayrıntı, 1999), 11.
4. Jean-Paul Sartre, Varoluşçuluk, çev, Asım Bezirci (İstanbul: Say Yayınları, 1990), 72.
5. Jean-Paul Sartre, Bulantı, çev. Erdoğan Alkan (İstanbul: Oda Yayınları, 1995).
6. Sartre, Varoluşçuluk, 76.
7. Ibid., 63.
8. Fyodor Mikailoviç Dostoyevski, The Brothers Karamazov (England: Penguin Books, 2003), 266.

Bu haber toplam 7370 defa okunmuştur
Gaile 318. Sayısı

Gaile 318. Sayısı