1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Dilin Sınırları…
Dilin Sınırları…

Dilin Sınırları…

Dilin Sınırları…

A+A-

 

 Hakkı Yücel
 yucelh@kibrisonline.com


Paul Auster “Kış Dünyası”ndan (Can Yayınları) sonra ikinci otobiyografik çalışması olan “İç Dünyamdan Notlar” (Can Yayınları) kitabında, edebiyatın büyülü dünyasına ilk adımlarını attığı yeni yetme delikanlı günlerinde, Edgar Allan Poe’yi okurken yaşadığı duygularını şöyle anlatır: “Okuduklarımın çok azını anlamama karşın sözcüklerin tınısını, dilin yoğunluğunu, Poe’nin uzun barok cümlelerine sızan egzotik hüznü seviyordum.” Bu satırların altını çizmişim, sebebi, benim için de çok tanıdık bir duyguyu ifade ediyor olmalarındandı.  Hatırlıyorum, henüz ortaokul öğrencisiyken, rahmetli babamın kütüphanesinde bulduğum Halit Ziya Uşaklıgil’in kimi yapraklarının kenarları eprimiş, neredeyse dağılmaya yüz tutmuş ilk baskı ‘İzmir Hikâyeleri’ kitabını okurken, çoğu cümlelerin ne anlattığını tam olarak kavrayamasam da, kelimelerin Auster’in ifade ettiği gibi melodik ritmi ve yoğunluğu beni peşinden sürüklemiş, gizemli bir dünyanın eteklerine savurmuştu. Bir yandan da bu duruma şaşırmış şunu düşünmüştüm; nasıl oluyordu da hepi topu çeyrek yüzyıllık ömrü olan bir kitabın (‘İzmir Hikâyeleri’ Uşaklıgil’in ölümünün ardından, -yani 1945’ten sonra-, yayınlanan son kitabıydı) Türkçesi, bana bu kadar yabancı geliyor ve benim için bilinmez olabiliyordu. Üstelik buradaki zorluk -Auster’de olduğu gibi-  yazarın üslûbundan, edebi dil oyunlarından değil, bizatihi dilin kendisinden kaynaklanıyordu. Öyleydi, çünkü kelimelerin çoğu Arapça ya da Farsçaydı ve onların da benim (dil) dünyamda yeri yoktu. Bu yüzden o kelimelerin anlamını öğrenmek için elimin altında duran Osmanlıca-Türkçe sözlüğe sürekli bakmak zorunda kalıyordum. Yine de asıl ilginç olan, anlamlarını bilmediğim kelimelerle yüklü olan o cümleleri -en azından kimi cümleleri- okurken sanki bir şiirin dizelerini okuyormuşum hissine kapılıyor olmam, onlarda beni kuşatan bir duygu yoğunluğu bulmamdı. Bütün o bilinmezliğe rağmen okumaya devam etmekteki ısrarımın sebebi de kanımca buydu: Evet okuduklarımın bir kısmını belki anlamıyordum ama ilginçtir etkilerini uzakyakın bir duygu yoğunluğu olarak hissedebiliyordum. O günlerde henüz yanıtını tam olarak bilmediğim -ya da öğretilmiş kadarıyla bildiğim-  soru ise, kimi metinleri okurken tanık olduğum -ve garip bir biçimde etkilendiğim- eski dille benim halen kullanmakta olduğum, içinde yaşadığım (yeni) dil arasındaki derin uçurumun nereden kaynaklandığıydı. Geçtiğimiz ay Türkiye-Antalya’da gerçekleştirilen 19.Eğitim Şurası’nda Osmanlıcanın liselerde zorunlu ders olarak okutulması kararının çıkması ve ardından yaşanan tartışmalar (ve asıl bu tartışmaların mahiyeti), bu kadim soruyu yeniden hatırlamama, üzerinde bir kez daha düşünmeme neden oldu.

Osmanlıcadan Türkçeye evrilen dilin gelişim serüveni, modernleşme/Batılılaşma olarak nitelendirilebilecek olan sürecin özellikle yirminci yüzyıl başlarında hız kazanmasıyla doğru orantılıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun milliyetçilik hareketleriyle dağılmasına denk düşen bu tarihten itibaren, yakın gelecekte tamamen parçalanacak olan imparatorluktan doğacak Türk ulus devletinin ve ulusunun inşasında ise ‘dil’ belirleyici unsurlardan birisi olarak kullanılacaktır. Aslında bu durum yaşanan sürecin doğasına da uygundur. Şundan ki, imparatorluğun çok etnili, dinli, kimlikli, kültürlü yapısından ulus devletin ağırlıklı olarak tek etnili, dinli, kimlikli, kültürlü olması hedeflenen yapısına geçişte, dil olarak Osmanlıcanın bütün bu çoklu unsurlardan beslenen -ağırlıklı olarak Arapça, Farsça, Türkçe ve imparatorluğa dâhil diğer farklı kesimlerin dilleri- karmaşık yapısından arındırılarak Türkçeye yönelinmesi, uluslaşma/ulus-devletleşme siyasal amacıyla örtüşmektedir. Yani işin doğasına uygundur. Tıpkı Batı’da ağırlıklı olarak ‘Latince’nin hâkim olduğu imparatorluk dilinin uluslaşma/ulus-devletleşme süreci ile birlikte ayrı ayrı ulusal dillerle yer değiştirmesi gibi.

Nitekim Osmanlıda da özellikle İkinci Meşrutiyet’ten itibaren İttihat ve Terakki Hareketi içinden başta Ziya Gökalp ve yine 1911‘de Selanik’te hayata geçirilen ‘Genç Kalemler Dergi’sinden  Ömer Seyfettin ve Ali Cenap olmak üzere, dilin millileşmesi ve yalınlaşması esasına yönelik adımların atılması suretiyle bu süreç başlayacaktır. ‘Milli Edebiyat’ yaratma amacıyla yola çıkan ‘Genç Kalemler Dergisi’nde ‘Yeni Lisan’ başlığıyla çıkan başyazıda “dilin yalınlaştırılarak Osmanlıcadan kurtarılması gerektiği” tespiti, tam da dilin millileştirilme ve yalınlaştırılma hedefine vurgu yapmaktadır. Mahiyeti itibarıyla radikal bir kopuştan çok Osmanlıcanın Türkçeleştirilmesi (Türkçe dilbilgisi esasları üzerinden düzenlenmesi) olarak özetlenebilecek bu süreç kimi kesimlerin karşı çıkışlarıyla birlikte (ör. Bir başka edebiyat mahfili olarak Servet-i Fünün hareketi edebiyatın milli olamayacağını söylüyor ve dilin böylesi bir muameleye maruz kalmasının onun edebi özelliğini ortadan kadıracağının altını çiziyordu) üstlendiği misyonu yerine getirmeye çalışacaktır.

Bu serüvende esas dramatik değişiklik ise cumhuriyet döneminde yaşanacak, ardı sıra gerçekleştirilen devrimler giderek geçmişle olan (kültürel) ilişkiyi koparmaya matuf bir işlevsellik kazanacaktır.  Örneğin 1928 yılında yürürlüğe giren ‘Harf Devrimi’ dilde geçmişten radikal bir kopuşun da başlangıcı olacaktır. Bu uygulamayla Arap harfleri yerini Latin harflerine -Osmanlı alfabesi yerini Latin alfabesine- bırakacak, bir başka ifadeyle özellikle İkinci Meşrutiyet’ten itibaren Osmanlıcanın daha çok Türkçeleştirilmesi çabası olarak nitelendirilebilecek, islami duyarlılığı yüksek ‘Osmanlı Aydınlanması’nın o güne kadar geçerli olan dildeki hükmü,  yeni bir ulus-devlet olarak hayat bulan genç cumhuriyette devrimci duyarlılıklar taşıyan ‘Cumhuriyet Aydınlanması’nın dile damgasını vurmasıyla son bulacaktır. 1928’de ‘Harf Devrimi’ ile başlayan yeni süreç, 1932 ‘Dil Devrimi’nin gerçekleşmesiyle bir bakıma yapısal dönüşümünü tamamlayacak, aynı tarihte kurulan ve amacını “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak belirleyen Türk Dil Kurumu’nun da kurulmasıyla dilin, Arapça ve Farsça sözcüklerden, onların dilbilgisi kurallarından arındırılması hız kazanacaktır. Yine aynı dönemlerde gündeme gelen “Güneş Dil Teorisi” ve öztürkçecilik akımı ise bu ‘arındırma’ işlemini ifrata taşıyacak, ancak bu uygulamanın dilde yaptığı tahribat geniş kesimler tarafından kabul edileceğinden kısa bir süre sonra bu hatadan geri dönülecektir. Ne var ki imparatorluktan ulus-devlete geçiş sürecinde dilde yaşanan bu gelişmeler ve asıl uygulanan yöntemler, özellikle kültürel süreklilikte yarattığı tahribat bakımından her zaman tartışma konusu olacaktır.

Görünen tablo şudur: Osmanlıca pre-modern döneme denk düşen, imparatorluğu kuşatan, onun çoklu yapısını -ağırlıklı olarak Arapça, Farsca ve Türkçe olmak üzere- içkin zengin, bu bağlamda ‘üsttekilerin’ (seçkinlerin) dilidir. Buradan üretilen edebiyatın, bir bakıma seçkinlerin edebiyatı (ör.Divan Edebiyatı) olması da bundandır. Uluslaşma ve ulus-devlet inşa aşamasında, yani modern dönemde ise, dilin ‘ulusal’ bir mahiyet kazanacağı ve ‘ulusal’ bir topluluğu hedef alacağı gerçeği, kaçınılmaz olarak onun bu ağır yükünden arındırılmasını gerektirecektir. Nitekim cumhuriyet döneminde yapılan da budur. Ancak burada kritik nokta bu sürecin nasıl yaşanacağı, uygulamaların nasıl gerçekleşeceği, bir başka ifadeyle sürecin değişime tabi tutulurken ne oranda zenginleşerek gelişen kültürel bir sürekliliği başaracağıdır. Buradan bakınca aşikâr olan cumhuriyetin bu konudaki başarılarının yanında, zaaflarının da var olduğu gerçeğidir. Bu bağlamda ilk akla gelen, özellikle dilde gerçekleştirilen devrimlerin geçmişten radikal kopuşu öngörmesi ve bu amaçla dilin yabancı sözcüklerden arındırmak adına ifrata kaçarak adeta tırpanlanmasının, onun geçmişle olan bağını kopardığı, yoksullaşmasını getirdiğidir. Bu kadar da değildir,  dil’in kültürün hem üreticisi hem de taşıyıcısı, yani kültürel bir bilinç olduğu gerçeğinin göz ardı edilerek, ağırlıklı olarak ideolojik/politik taleplerin aracı haline getirilmesi, kültürel derinlik kaybına -kültürel sığlığa- yol açması bir yana, bu zeminde gelişen garip bir ‘ilericilik-gericilik’ ikilemi de yaratmıştır. Öyle ki dilde yabancı sözcüklerden arınmayı -o sözcüklerin hayat içinde bir karşılığı olsa da- savunmak ‘ilericilik’ olarak kabul edilirken, bu konuda eleştiri getirmek ya da karşı görüş ortaya koymak kestirmeden ‘gericilik’ olarak yaftalanmıştır. Ve nihayet dilin ölçüsüz kıyıma uğraması A.H.Tanpınar’ın “üç kuşak üst üste koyup okuyacağımız beş kitap yoktur” cümlesinde ifade ettiği gibi nesiller arasında bir kopukluk yaratmıştır.

Osmanlıcanın liselerde zorunlu ders olarak okutulması kararıyla başlayan tartışmalarda sorunun salt siyasal/ideolojik bir zemine kaydırılması, AKP iktidarının otoriter yaklaşımlarına karşı çıkılırken ‘dil’in kültürel kapsamının göz ardı edilerek, bu konudaki eleştiri ve önermelerin, aynı zeminde anlam bulan ilericilik-gericilik’ söylemine mahkûm edilmesi, eski bir hastalığın yeniden nüksetmesi gibi.

Wittgenstein “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” der. Dilimizin sınırlarının ve kapsamının genişliği, dünyamızın sınırlarının ve kapsamının da genişliği demektir. ‘Dil Sorunu’nu tartışırken bu gerçeği hatırlamakta ve dikkate almakta yarar var.

Bu haber toplam 1486 defa okunmuştur
Gaile 300. Sayısı

Gaile 300. Sayısı