1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Dilimde Yarım Kalmış Bir Hece Gibi...
Dilimde Yarım Kalmış Bir Hece Gibi...

Dilimde Yarım Kalmış Bir Hece Gibi...

Dilimde Yarım Kalmış Bir Hece Gibi...

A+A-


Hüseyin Özinal
enkidu61@yahoo.com


Annem’e
Gece...
Hastane koğuşu. Yatağına yatırılmış yaşlı bir kadın. Üzerinde mavi  beyaz çiçekli bir yazlık gecelik var. Kendinde değil. Seslenildiğinde yavaşça cevap veriyor. Efendim diyor. Nasılsın diye sorduğumda  ‘’iyiyim, teşekkür ederim’’ diyor. Ateşi var. Terliyor. Ateşi, yaz sıcağına karışmış. Elini tutuyorum tombul, küçük, beyaz elinin üzerinde yaşlılık lekeleri var. Takatsiz, güçsüz olduğu hissediliyor. Eli, yatağa, beyaz hastane çarşafının üzerine yavaşça düşüyor. Alnındaki terleri siliyorum. Yanındaki yatağa oturup onu seyrediyorum. Hırıltılı nefes alıyor. ’’Anne‘’ diye seslendiğim zaman yavaşça başını çeviriyor. Boşluğa bakarcasına sesin geldiği yöne doğru dönmeye çalışıyor.. Gözlükleri yok. İri siyah gözlerinin feri kaçmış.
Saatler gece yarısına yakın. Hemşireler sedye ile geliyor. Onu, güçsüz bedenini sedyeye yatırıyoruz. Aklının bir köşesine düşünmek istemediklerin yerleşiyor. Sedye ile birlikte ameliyathanenin kapısına kadar gidiyoruz. Orada başka bir sedye ile bizi bekliyorlar, diğer sedyeye aktarılırken metallerin sürtünmesinden çıkan bir ses duyuluyor. Soğuk, mavimsi, metal parlaklığında bir ışık içerisinde kapılar kapanıyor.
Ağır, can yakıcı, bıçak keskinliğinde bir sessizlik kaplıyor geceyi.
Ve suskunluk…
Ve hatıraya ait ne varsa ortaya çıkıyor. Yaşanmışlıklar önünüze diziliyor. Kokusunu hatırlıyorsunuz. Çocukluğunuzda  dikiş makinesinde nakış işlerken, ayağının altındaki renkli ipliklerle oyun oynamış olduğunuzu, yaş günlerinizde hediye olarak kitap aldığını hatırlıyorsunuz. Yaşamınızdaki önemini, kitap okuma sevgisini, okuma  alışkanlığını nasıl öğrettiğini, kış gecelerinde gazyağı sobasının üzerine koyduğu portakal kabukları kokusu eşliğinde kitap okumasını anımsıyorsunuz.
‘’Ağır, çok ağır bir dünya’’ (1)
Saatler gece yarısını çoktan geçmiş. Yaz sıcağı, nemi kaplamış her yanı. Nefes almakta güçlük çekiyorsunuz… Boğazınızda bir yumru, içiniz taş kesilmiş. Ameliyathane kapısında doktorla konuşuyorsunuz.  Ameliyatı iyi geçmiş, yoğun bakımda tutuluyor haberini alıyorsunuz. Yapabileceğiniz  bir şey yok. Eve dönerken kendinize bile suskun,  kendinize bile sessizsiniz. Korkularınızla yüzleşme zamanı  diye düşünmeye başladığınız an, onları   uzaklaştırmak  istercesine müzik dinliyorsunuz.. Maria Callas Madame Butterfly’dan aryalar söylüyor. Sesi, ruhunuzu anne şefkatiyle sarıyor, bedeninizi kucaklıyor.
Sabahın erken,  gündoğumuna yakın  saatleri. Balkonda kahve içiyor ve onu düşünüyorsunuz. 76 yıllık yaşamını. Küçük bir çocukken babasının ölümünü, yetim kalışını. Annesinin hayat boyu yanında neredeyse tek arkadaşı oluşunu hatırlıyorsunuz. Annesinin ölümüyle birlikte ruhsal dünyasının tepetaklak olduğunu, hâyal dünyasıyla  gerçeği karıştırdığı zamanlarda ne yapacağınızı bilemeden evde dolaşmalarınızı, hastalandığı yıllarda  ülkenizdeki psikiyatri dünyasının aslında kendisini  dahi iyileştirmekten aciz olduğunu kabullenişinizdeki  çaresizliliğinizi biliyorsunuz.
Yoğun bakımdan çıkarılıyor. Yatağına yatırılmış, her yanında tüpler, sondalar var. Teni soluk , buz beyazlığında . Yüzünde yaşanmışlığın, yorgunluğun izleri var. Kendine gelmiş konuşmaya çalışıyor. Dudakları susuzluktan kurumuş, çatlamış. Su istiyor. Hafifçe dudaklarını pamukla ıslatıyorsunuz.  Nasılsın diyorsunuz. Her zamanki sesiyle tevekkül halinde ‘’İyiyim teşekkür ederim’’diyor.
Yaşamında hiç şikayet etmemiş. Her şeyi tevekkülle karşılamış bir insan…
Yaralarını, acılarını, ağrılarını söze dökmemiş, dökememiş, anlatmamış, onları büyük bir olgunlukla karşılamış, yaşamış bir kadın…
Çocukluğunda doğduğu köyde Rum ilkokulu olduğu için o okula gitmiş, Türkçe yazmayı, okumayı kendi uğraşıyla öğrenmiş bir kadın…
Yaşadığı köydeki Rum kadınlarına Rumca gazeteleri okuyup anlatan bir kadın…
Ekonomik özgürlüğünü çok küçük yaşta kazanıp, çocuklarına bunu anlatan, bunun için uğraşan bir kadın…
Eşi ile sorunları olan komşusuna ‘’ Rüzgar estiği zaman, bütün ağaçlar sallanır.’’ diyecek bilgelikte olan bir kadın.
74 savaşından sonra terk etmek zorunda kaldığı köyüne bir daha dönmeyen, sözünü etmeyen, bu konuda da hiç konuşmayan bir kadın…
Savaş sırasında bir gece yarısı ‘’Kuzeye ‘’geçmeye çalışan bir kamyonun arkasına doluşmuş kadın ve çocukların hayatını kurtaran ve bunu mütevazi bir şeklide ancak sorulduğu zaman anlatan bir kadın.. O kadar ki ‘’Skarino’’ köyü yakınlarında polis ve askerler tarafından durdurulan  kamyondaki  yetişkin tek erkeğin  şoför  olduğunu ve  Rumca bilen kişilerin sadece  o ikisi olduğunu çok sonra öğreniyoruz.. O gece kurşuna dizilmekten bizi kurtaranın şoför ve o olduğu   anlatılıyor. Bu olayı ‘’Rumca bilen bir bendim, bir de Önder abin’’ diyerek anlatan bir kadın..
O kadın şimdi güçsüz, halsiz, yaralı ve eksik…
Ve yalnız…
Yemek yedirmeye çalışıyorum.  Ağzını açamayacak kadar güçsüz kalmış. Şırıngayla ağzına yavaşça çorba veriyorum. Yutkunamıyor. ’’Hadi anne” diyorum, “yutmaya çalış’.’ Zorlukla yutkunuyor. Su istiyor, yine şırıngayla su veriyorum. Çocukken onun da bize  bu şekilde yemek yedirmiş olduğu aklıma düşüyor.
‘’Geçkin yazlarla soldu ahşap düşleri
Eski bir telaşın dinmez sancısıyla
Ağlardı annem gülmek gibi dururken
Küçülür incelirdi aya baktıkça
-Annem balkılayan bir göl gülümsemesi’’(2)
Yüzüne bakıyorum. Gözleri kapalı, hafifçe nefes alıyor. Bedeninin küçülmüş olduğunu düşünüyorsunuz. Hastane koridorlarından gelen sesleri duyuyorsunuz. Her şey, her ses  çok uzağınızda artık. Yaşamın başka bir gerçekliği, hem de görmek istemediğiniz bir gerçekliği  diye aklınızdan geçiriyorsunuz. Buradaki gerçeklik yaşama, hayata tutunma,  iyileşmeyi isteme hali. Herkes yaralı, herkes kanlı, herkes acılı…
Yaşamının son otuz yılını kapsayan, acılı ve zor bir hayatın insanı olmuştu. Ağır depresyonda olduğu dönemlerde bile hayata tutunma uğraşından kopmamış, iyileşmek için direnmiş, bunun için de kendince yollar bulmuştu. Savaşların tüm izlerini taşıyan, hayal kırıklıkları içerisinde geçen bir yaşam. Gözlerinin ‘’ Kendisine yar olduğu ‘’ dönemlerde  günlük gazetesini, evde bulduğu her  kitabı okuyan bir insan.Yanında çocukları olmasını, evinde insan sesi olmasını istemiş olmasına rağmen yaşamının son dönemlerini yalnızlık içerisinde geçirdi. Yürümeye çalışırken demir ayaktan destek alıyordu. Tüm dünyası evi ve evin etrafındaki bahçe olmuştu.
Yoğun bakımdan çıkmış olduğu dördüncü günün sabahı.. .
Ateşi çıkmış, kendinde değil. Gözleri  çizgi haline gelmiş. ’’Anne‘’ diyorum. Ses vermiyor. Sesi çıkmıyor. Doktorlar geliyorlar. Kendi aralarında konuşuyorlar. Nefes almakta sorun çektiği anlaşılıyor. Yeniden yoğun bakıma alınmasına karar veriliyor. Yatağı ile beraber götürülecek. Beyaz çarşaflar göğsüne kadar çekilmiş. Beyaz, soluk teni gözüküyor…
Öpüp sarılmak, kucaklamak, “bizi terk etme” demek istiyorum…
Koridorda arkasından bakıyorum, yatağın tekerleklerinin çıkardığı sesten başka ses duyulmuyor. Bir de açılıp kapanan kapıların sesinden başka…
Ertesi günün sabahı:
Doktorun sesi…
Kaybettik diyor…
Önce anlamıyorsunuz, duymak istemiyorsunuz… Algılayamıyorsunuz…
Tek verebildiğiniz tepki gözyaşlarınız oluyor. “Görebilir miyim” diyorsunuz. ’’Aşağıya indirilmiş’’ diyorlar.. Dünya başınıza yıkılıyor.. Hastane duvarlarının üzerinize devrildiğini, ezildiğinizi hissediyorsunuz.. Olduğunuz yere çakılıyorsunuz.
Koca dünyada tek başınasınız… Etrafınızı boşluk sarıyor, dipsiz bir kuyuya düşüyor, yuvarlanıyorsunuz.
Aile yakınları geliyorlar. Yapılacak işler konuşuluyor.
Hastaneden elinize verilen üzerinde adı yazılı siyah bir poşet içerisine yerleştirilmiş ‘’geriye kalan’’  eşyaları ile ayrılıyorsunuz.
’’Annenizin ölüm ilanı’nı’’ hazırlıyorsunuz…
Bir sonraki gün:
Morg…
Bedenini teslim alırken verilen belgeyi  ‘’oğlu’’ diye imzalıyorsunuz.
Yüzünü açtırıyorum, bakıyorum; uyuyor. Yüzlerce kez gördüğüm uyurkenki hali…
Ay yüzlüm…
Yanağını okşuyorum…
Teni soğuk…
Bitti  diye düşünüyorum.. Son kez görüyorum.. Dayanılmaz bir acı.. İçimden bir şeyler kopuyor, kopartılıyor. Eksiliyorum…
Toprak sesi…Toprağın sesi.. Onu, bedenini alıyor.. Sarıyor, kucaklıyor…
Son resim.
Bizi bırakıp gideli neredeyse bir ay oluyor. Sesi, eve her gidişimde  ş’leri uzatarak söylediği ‘’hoşgeldin oğlum, özledim seni’’ diyecek kimsem yok artık…
‘’Bazen benim sanırım, bazen hiçkimsem yok’’(3)
Geriye kalanlar…
Hastanede verilen poşetten çıkanlar.. Gözlüğü, tarağı, birkaç gecelik… Hastane kartı.. Kartın üzerindeki  yıpranmış resmi…
Kulaklarımda yankılanan sesi…
Ağrıları, acıları dinmiş midir?
Çok sevdiği annesine , kavuşmuş mudur?
Daha sonraları…
Bürokratik işlemler. Kaymakamlıktaki ‘’Kayıttan düşme işlemi’’
Belgelerdeki boş kalan yere, ‘’Kim bildiriyor’’ bölümüne  düşülen not:
‘’Oğlu’’…

‘’Mavi saçlı bir tanrı gibi severdim Burdur Gölü’nü
O göl şimdi içimde kocaman bir anne ölüsü’’(4)


(1)- Gülten Akın/ Beni Sorarsan / YKY / Ekim, 2013
(2)-Gonca Özmen/  Belki Sessiz / Kırmızı Kedi Yayınevi /Aralık, 2011
(3)-Birhan Keskin / Soğuk Kazı / Metis /  Mayıs, 2010
(4)-Didem Madak / Grapon Kağıtları / Metis / Ocak ,2013

Bu haber toplam 2494 defa okunmuştur
Gaile 281. Sayısı

Gaile 281. Sayısı