1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (2)
Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (2)

Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (2)

Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (2)

A+A-

 

Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy

Kıbrıs Türk Liderliğinin Husumet Politikası ve Ayrılma Stratejisi

1950’li yılların sonunda Taksim fikrini “milli politika” olarak benimseyen Kıbrıs Türk liderliği bağımsız Kıbrıs devletinin kurulmasını Türkiye hükümetinin dayatması sonucunda kabul ettiyse de, Taksim fikrinden tam olarak vazgeçtiği söylenemez. Nitekim Rauf Denktaş Yunanlı diplomatlardan Dimitris Bitsios’a anlaşmaları kast ederek, “hiç memnun değilim. Siyasi hakların bölüşüldüğü gibi, ticaret, sanayi, her şey bölüşülünceye kadar da memnun olmayacağım” diyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna rağmen genel olarak Kıbrıs Türk liderliği, özel olarak da Rauf Denktaş Kıbrıslı Rumlarla aynı devlet çatısı altında yaşamanın Kıbrıslı Türkleri “eriteceğini ve yok edeceğini” düşünüyor, adanın bölünmesini “esas gaye” olarak benimsemeye devam ediyordu. Özel Harp Dairesi de benzer görüşleri benimsiyordu. Zürih ve Londra Antlaşmalarının imzalanmasından sonra adaya silah taşımayı sürdüren Özel Harp Dairesi’nin TMT sorumlusu Binbaşı İsmail Tansu’nun söyledikleri bu konuda hiçbir kuşkuya yer bırakmamaktadır: “Kıbrıs’ta Türk-Rum ortak Cumhuriyeti’nin kurulması kararı bizim hızımızı kesmemişti. TC hükümetinin izlediği Kıbrıs politikası hangi yönde gelişirse gelişsin bizim şaşmaz hedefimiz 340 yıl üzerinde bayrağımızı dalgalandırarak Türk Vatanı’nın bir parçası yaptığımız Kıbrıs Adası’nı kurtarmaktı. Buna şartlar elvermediği takdirde, hiç olmazsa Ada’nın yarısında Türk hâkimiyetini tesis edecek ve Kıbrıslı soydaşlarımızın sahibi bulundukları toprak üzerinde özgür ve bağımsız Türk devletinin kurulması sağlanacaktı”. (i)

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kurulan darbe hükümeti, tıpkı Menderes hükümeti gibi, Kıbrıs antlaşmalarından memnun görünüyordu ve “Menderesçi” olarak bilinen Kıbrıslı Türk liderlere kuşkuyla bakıyordu. Nitekim adaya gelen büyükelçi Emin Dırvana, Denktaş ve çalışma arkadaşlarına karşı son derece ihtiyatlı ve temkinli davranıyordu. 16 Ağustos 1960 tarihinde kendisini karşılamaya gelen Denktaş’ın “Büyükelçi olarak geldiğiniz adadan Vali olarak ayrılmanızı temenni ediyoruz” demesi üzerine fena halde öfkelenen Emin Dırvana, “bu anlaşmaların altında Türkiye’nin imzası vardır. Bunları yok etmek kimsenin haddi değildir. Bu anlaşmalar yaşayacaktır.

Bunlara karşı gelenlerin vay haline” diyecekti. Buna rağmen Denktaş’ın genel yayın yönetmenliğini yaptığı TMT’nin yayın organı Nacak gazetesi “her fırsattan yararlanarak Taksime hizmet etmeyi” yayın politikasının ana ilkesi haline getirmişti. Nacak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra “Türk’ten Türk’e Kampanyasının” devam edeceğini yazıyor, sürekli olarak kışkırtıcı yayınlar yapıyordu. Kıbrıs Rum tarafında gizli örgüt üyelerinin eğitildiği gibi, TMT üyeleri de gizlice silah eğitimi yapıyordu. Türkiye’ye gönderilen TMT üyeleri Özel Harp Dairesi’nin kamplarında eğitiliyordu. Cumhuriyet kurulmadan önce başlayan bu faaliyetler, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra da devam ediyordu. Kıbrıslı Rumların anlaşmaları bozmaya yöneleceklerine emin olan Denktaş, anlaşmaları yaşatmaktan çok, Kıbrıs Rum tarafının yaratacağı fırsatları iyi değerlendirip kalıcı bölünme yönünde adımlar atılmasını ve bu amaca yönelik plan ve program yapılmasını savunuyordu.

Olaylar Denktaş’ın istediği gibi gelişmese de, 1963-64 çatışmaları esnasında düzenlenen Londra Konferansı’nda Kıbrıs Türk tarafı “coğrafi ayrılık zemininde yeni bir siyasi düzenleme” öneriyordu ve bunda ısrar ediyordu. İki toplumun birbirinden tamamen ayrılmasını ve Kıbrıslı Türklerin “bir veya en çok iki bölgede” toplanmasını ileri sürüyor ve bunun sağlanması için önemli miktarda nüfusun yer değiştirmesi gerektiğini vurguluyordu. Yer değiştirecek kişilerin sayısı bile hesaplanmıştı. Buna göre, Kıbrıslı Türklerden 45 bin kişi ile Kıbrıslı Rumlardan 35 bin kişinin yer değiştirmesi gerekecekti. Coğrafi esasa dayalı federasyon öneren Türk tarafı, Garanti ve İttifak antlaşmalarının da aynen devam etmesini, hatta Kıbrıs’ta görev yapan Türk askerlerinin sayısının artırılmasını talep ediyordu.

1963-1964 çatışmalarında Kıbrıs Türk toplumu zor duruma düştü. Beklenen olmamış, Türkiye adaya müdahale etmemişti. Kıbrıs Türk liderliği, çaresiz, artık Taksimden söz etmiyordu. Zürih-Londra antlaşmaları temelinde müzakere yapmak zorunda kalmıştı. 1968-1974 yılları arasında sürdürülen müzakerelerde Makarios’un maksimalist tavrı yüzünden sonuç alınamadı.

Türkiye’nin Stratejisi

1974 Temmuz’unda adada güçler dengesi radikal biçimde değişti. Yunan Cuntasının Makarios’a karşı darbe düzenlemesiyle harekete geçen Türkiye, “bozulan anayasal düzeni yeniden tesis etmek” bahanesiyle adaya asker çıkardı ama bambaşka bir düzen kurmaya yöneldi. Türkiye, coğrafi ve demografik ayrılıktan ve federal/konfederal bir devletin kurulmasından söz ediyordu. Kıbrıs Masası Şefi Büyükelçi Ecmel Barutçu’nun sözleri, anayasal düzeni yeniden tesis etmek tezi ile yola çıkan ama adayı bölmeye yönelen Türkiye’nin tutum ve niyetinin itiraf belgesi gibiydi: “Birinci Barış Harekâtı münasebetiyle çıkarılan hükümet tebliğinde bu Harekât 1960 anayasal düzeni ile bir nebze irtibatlandırılmış ve hükümet tebliğinde 1960 anayasasının temel maddelerinden bahsedilmiştir. İkinci Barış Harekâtında çıkarılan hükümet tebliğinde ise bundan hiç söz edilmemiştir. İkinci Harekâtın amacının yıkılan Kıbrıs devletinin daha sağlam temeller üzerine yeniden kurulması olduğu açıkça belirtilmiştir.” (ii)  Barutçu bu sözlerle Türkiye’nin Garanti Antlaşmasını ihlal ettiğini itiraf etmiş oldu. TBMM’de 20 Temmuz günü kapalı oturumda yapılan konuşmalar Türkiye’nin adaya anayasal düzeni yeniden tesis etmek için çıkmadığını zaten belli etmişti. Bülent Ecevit 20 Temmuz sabahında yaptığı “barış” konuşmasının ardından katıldığı TBMM’nin gizli oturumunda nasıl bir Kıbrıs tahayyül ettiğini şu sözlerle anlatıyordu: “Kıbrıs için behemehâl bir yeni devlet statüsü oluşturulması gerekir, daha doğrusu bir devlet statüsünün yeniden oluşturulması gerekiyor. Bu eski statünün bir benzeri olabilir, çok değişik bir statü olabilir...” Ana muhalefet lideri Süleyman Demirel ise TBMM’de yaptığı konuşmada “gücün gereği yeni bir nizamdan” söz ediyordu: “Bir yeni nizam kurulacaktır, bir yeni nizam kaçınılmazdır. Binaenaleyh, Türkiye bugün 1960 Kıbrıs Devletine hayatiyet veren Anlaşmaların şartları içerisinde de kalamaz. Binaenaleyh, bu yeni nizamı kurarken, fevkalade dikkatli davranılması gereğine ve böyle büyük hadiselerin sık sık meydana gelmemesi için, masa başına güçle oturulduğu inşallah nasip olacaktır ve bu gücün gereği olan bir yeni nizamın kurulmasına azami dikkati sarf etmemiz gerekecektir.”

Türkiye, 1960 düzenini geri getirmek veya Kıbrıslı Türkleri korumak için değil, jeo-politik üstünlük elde etmek için savaşa girmişti. Nitekim savaş biter bitmez ABD’li diplomatların Türkiye’nin Kıbrıs Savaşı ile neyi murat ettiğine dair değerlendirmeleri de bu yöndeydi. ABD’nin Lefkoşa büyükelçisi Dean Brown 25 Ağustos 1974 tarihinde hazırladığı “Kıbrıs’ta Türk Emelleri” başlıklı raporda, şu görüşlere yer veriyordu: “Türklerin alandaki eylemleri ve yetkililerin gerek burada gerekse Ankara’da yaptıkları açıklamalar Türk ordusunun yerli toplumu korumak için değil, Türkiye’nin güvenliğini korumak için müdahale ettiğine dair başındaki kanaatimizi daha da güçlendirdi. Türkler, bütün adayı alıp adayı istedikleri gibi bölecek kadar güçleri varken operasyonlarını dikkatli bir şekilde bağımsız Kıbrıs’ta geleceğin statüsünü dayatacak üstün bir pozisyon sağlayacak kadar toprak koparmakla sınırlandırdılar. Amaçlarını okuyabildiğimiz kadarıyla Türkiye, federal (konfederal) bir devlet istiyor.”
Türkiye’nin savaş stratejisi, Kıbrıslı Rumları yerinden etmek, Kıbrıslı Türkleri de adanın kuzeyine toplayarak adanın coğrafi ve demografik olarak bölünmesini sağlamaktı. Nitekim, 20 Temmuz ile 16 Ağustos 1974 arasında gerçekleştirilen askeri harekatlar, önceden belirlenmiş “sınırlara” ulaşılarak noktalandı. 

Kıbrıs’ta Türk tarafı ta başından, yani Taksim tezini benimserken, aslında bir tür “etnik temizlik” politikasını da gündeme getirmiş oluyordu. Nitekim gerek 1950’li yılların sonunda adanın bölünmesi için mücadele edilirken, gerekse 1964 yılında coğrafi esasa dayalı federal devlet görüşü savunulurken, nüfusun önemli bir kısmının yaşadığı yerlerden uzaklaştırılması öngörülüyordu. Bu önerilerde şiddete dayalı bir temizlikten çok, politik zor ve/veya rızaya dayalı bir yer değiştirmeden söz ediliyordu. Nasıl olursa olsun, sonuç itibarıyla Kıbrıslı Türklerin bir bölgede toplanmasını öngören politika nüfusun yer değiştirmesini zorunlu kılıyordu. 1974 yazında, bu politika silahların gücüyle hayata geçirildi.

(Devam Edecek)

 

----------------------

(i)   İsmail Tansu, Aslında Kimse Uyumuyordu, s. 244.
(ii)  Ecmel Barutçu, Hariciye Koridoru, s.105

Bu haber toplam 1676 defa okunmuştur
Gaile 350. Sayısı

Gaile 350. Sayısı