1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. BİZ İNSANLAR
BİZ İNSANLAR

BİZ İNSANLAR

Bir süre kullanamadığı bir uzvunu kullanmaya başladığında ne garip şeyler yaşıyor insan… Yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi, her şeye uzanıyor. Özellikle de sevdiklerine ve sevdiği şeylere…

A+A-

RÜZGÂRA YAZILANLAR…

 

Neriman Cahit

Salt nüfus cüzdanları değil, kişilikler de eskir. Gün gelir, “görenekler” yaşlanır, “güncel”e söz geçiremez olur. Toplumun ortak bilinci, bir yıllık değerlerinden kuşku duymaya başladığında biraz huzursuz, toplum yapayalnızdır.

***

Biz insanlar, ne garip mahluklarız… Hem çok uzun yaşamak ister… Hem de yaşlanmak istemeyiz; Ama yaşadıkça anlıyorsunuz: Yaşama bağlı olmakla, yaşlanmanın veya genç olmanın bir bağlantısı yok…

Doksanlarını aşmış bir dostumun bana sergilediği örneği hiç unutmadım: Sürekli okuyordu o yaşına rağmen. Sonunda gözleri iflas etmiş ama o, okumaya, bir büyüteçle devam ediyordu.

Bir gün dayanamadım, “Dostum bu yaşta okumaya devam etmek çok zor olmuyor mu? Okumak yerine, “dinlemeye” geçmez misiniz? dedim. Başını bilgeç sallayarak, şu yanıtı verdi: “Okumazsam, beynimin durup, ebedi tatile gireceğini hissediyorum. Bu yüzden okumayı ve yazmayı sürdürüyorum. Dinlemek, okumanın yerini tutmuyor. Okumada siz istediğinizi seçersiniz; ama dinlemek, size sunulanla sınırlıdır…”

***

Bir süre kullanamadığı bir uzvunu kullanmaya başladığında ne garip şeyler yaşıyor insan… Yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi, her şeye uzanıyor. Özellikle de sevdiklerine ve sevdiği şeylere…

Ben de dün uzun, uzun bana derin bir hüzün vereceğini (oysa hüzün, üzüntü, stres gibi durumların bana yasaklanmasına karşın…  Güya yasaklanabilirlermiş gibi !!!) bile, bile dolaştım bir, bir o hasretini çektiğim o sokaklarını Lefkoşa’nın…

Sokaklar aynı… Değişen bir şey yok diyecektim ama aslında var: Her yer daha da yozlaşmış, kirlenmiş, yabancılaşmış gibi… Üstüne üstlük, bizim çocukluğumuzda hiç görme şansımız olmayan Şeher’in – babamızın, ayda mayısta gittiği ve oradan bize beyaz ekmekle helva getirdiği helvacı da kapanmış. Bir ölü evi gibi… Gel de hüzünlenme… Ne hüznü, ne yasağı… Doktorun “ağlamak yok; çünkü insan iki gözüyle ağlıyor” diyen uyarısı da etkisiz kalıyor, gerçeğin o dondurucu soluğunda…

Birdenbire, bir “selâ” yayılıyor gök kubbeye… Ve sanki, anılardan meydana gelen bir tipi döne, döne ve sessizce savrula savrulana örtüyor her yanı… Ve, sanki o an’ı, o zamanı örterek, geçmişi, o eski zamanları getiriyor.

Oradaki dükkanlar, yollar, insanlar, ağaçlar, kuşlar, bulutlar, şarkılar, aşklar, dostluklar, dostlar… Bir gurbet yolculuğunda “Sılaya” yeni dönmüş gibi buluşuyorlar… Sarılıyorlar birbirlerine… Ve kâh gülerek, kâh ağlayarak, kâh konuşup kâh susarak… Hasret gideriyorlar…

***

Eve dönüyorum aynı ağırlıkla… Sela kulaklarımda, yüreğimde sürüyor…

Okumak şansım yok bu aralar. Dinlemek devreye giriyor. Radyo, TV değil dinlediğim. Saçları örgülü küçük bir kız çocuğunun artık hiçbir zaman göremeyeceği görüntüleri / hatıraları dinliyorum…

O küçük kızın hatırladığı ilk ölünün (büyük nenenin / koca nenenin evde yıkanarak tabut içinden çıkarılışını… Teneşirin (ölünün üzerinde yıkandığı tahta), kıynıklarına sıkışmış birkaç tel beyaz saç…

Sonra, soğuk bir kış akşamı biz çocukların sokulmadığı bir odada dayımın, dedemin, nenemin ölümleri. Ve bizi yataklarımıza göndererek, o ölünün başında evlatlarının / yakınlarının sabaha kadar beklenen yaz olsa da – o buz gibi, insanı donduran geceler…

Ve artık kimin kime ait olduğunu tam hatırlayamadığım bir sürü anı… Ör. O evden tabut içinde çıkarılıp gittikten sonra bile hala çalışan saati, yarısı içilmiş bir çay fincanı, hırkası, ayak kapları… Daha birkaç saat önce söndürdüğü izmaritinin durduğu kül tablası, okuduğu kitap katlanmış gazetenin, ya da ördüğü hırkanın yarısı çıkmış ilmekleriyle bir kenarda duruşu… O öldükten hemen sonra postacının adına getirdiği bir mektup ya da resmi bir uyarı yazısı…

***

Hiç düşünmemiştim şimdiye kadar; ama o zaman “ölü kaldırmak / gömmek” de farklıydı. Ölü hemen morga kaldırılmaz, dünyadaki son gecesini evinde geçirir… Ölünün kendisi ve eşyaları çocuklardan uzaklaştırılmazdı… Çocuklarla – ölümün arasına şu yeni “Pedagoji Duvarı” örülmemişti…

Ölümün de hayatın da çok sıradan günleriydi o günler…

Artık, ölümün ne olduğunu, ölünün bırakıp gittiği hayatın ne gibi ayrıntılar taşıdığını… İçinde bir ölünün yattığı evin gecesinin ne gibi tınılarla dolup taşıdığını, pek az çocuk bilecek…

Ölüm, evlerimizden sökülüp, kimliksiz hastane odalarına sevk edildi…

Ölü, ıssız, soğuk, yabancı morg çekmecelerine hapsedildi… Yalnızca çocukların keşfedebileceği, ölünün sırlarla dolu yok oluşunun izleri örtüldü…

Uzaklaştığımız ölülerin, ölümlerine tanıklık edemediğimiz yakınlarımızın… Hayatlarımızı fakirleştirdiğini, soluklaştırdığını düşünüyorum… Hatırlamadığımız, ölüm, çaresiz sıkıntılarımızın, sebebini bir türlü bulamadığımız korkularımızın, paniklerimizin, bunalımlarımızın kaynağı olmasın sakın!

Ölüm hayattan sürüldü ama korkusu giderek daha da büyüyor… Ölümümüz, yaşamımız gibi “biricik” iken… Şimdi yeni hayatımızın tekdüzeliği içinde o da anonimleşti…

Ülkemiz artık kimselerin uğramadığı ot bürümüş, taşları kurumuş / yıkılmış, ağaçları kurumuş, içinde yakınlarımızın yattığı mezarlıklarla dolu…

Şu “yepyeni!” dediğimiz bir yılın içinde, sık sık yapmak zorunda kaldığımız ve kalacağımız hayat muhasebesini “ölülerimizi” hesaba katmadan yapabilir miyiz ki…

***

Kendime yeri geldikçe sorduğum bir soruyu yeniden sordum: Ölümden korkuyor muyum? Vardığım sonuç: Ölümün bir yok oluşu olmadığına inanan biriyim… Ölümden niye korkayım ki!

Küçük iki hücrenin birleşiminden geliyoruz; toprakla, havayla, suyla, sevgiyle yaşıyoruz; sonra da toprakla yeniden bütünleşiyor bedenimiz; ama “ruhumuz” gök kubbede kalıcıdır…

Ölümden neden korkalım ki!

Korkmamız gereken yanlış yaşamaktır…

Severek yaşayanlar, bilerek yaşayanlar, üreterek, yaratarak yaşayanlar ölümden niye korksunlar ki! Hem unutmayalım, ancak her şeyden umut kesilince “korku” başlar…

***

Bazı insanlar gazeteyi alırkenden ilk ölüm ilanlarına bakarlar. Ölüm ilanları deyip geçmeyin; reklamcılığın bu türü, gazeteler için iyi bir gelir kaynağıdır. Gazeteler, çiçekçi dükkânlarına benzerler. Mutluluğun ve acının yoğunlaştığı günlerde, gazeteler çiçekler gibi çok satılırlar. Kazalar, cinayetler, intiharlar, skandallar, yolsuzluklar… Gazeteci için tirajla eşdeğerdir. Böyle günlerde bayilerde gazete kalmaz; ayrıca, nikâh, doğum, ölüm ilanları da gazeteye giren para demektir…

Ölüm acıdır kuşkusuz… İşte bu acıyı duyan yakınları, bazılarının şirketleri, idaresindeki memurlar, yönetim kurulları, sendikalar vb. ölüm ilanına katılıyor. “Bilmem hangi Müdürün, idarecinin sevgili nenesi, annesi vb. hiç tanımadıkları için de… Tam sayfa, yarım, çeyrek sayfa… Tek bir insan için yüzlerce lira… Ölen bir kişi… “Bu ne savurganlık…” demiyor kimse…

Bir bakıma, ülkemizde, kapitalizmin gelişmesini incelemek isteyen toplum bilimci ve ekonomistler, ölüm ilanlarını kesip arşiv çalışması yapmaları gerekiyor… Çoğu ilişki bu ölüm ilanlarında da sergileniyor çünkü…

***

Tabii ki, insanın içi cız ediyor ölenin arkasından… Ama, yakınlarının ve sevenlerinin…

Arif Damar’a kulak verelim: “Ölüm kendi sessizliği herkesin / kendi sonsuzu / Bir kapı / Bir kez açılıp kapanan…”

***

Ve son dönemde, bana kendini yazdıran kısa bir şiirle sözü noktalayayım…

“Öfkelerde, kavgalarda dolanıp / eksildikçe artan / gözlerimde ağırlaşarak / dert olan bir ömürden / ne kalır geriye bilemem / ama ben / Tek ama çoğul bir sevgi / kalsın istiyorum / geriye benden…” 

Bu haber toplam 2010 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 329 Sayısı

Adres Kıbrıs 329 Sayısı