1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (33)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (33)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (33)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (33)

A+A-

 


Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy

AKEL, yaşadığı derin çalkantılara rağmen gücünü korumayı başardı. 1990 yılında gerçekleştirilen parti kurultayında “ideolojik yenileşmeye” ışık yaktı ve “Bizim Sosyalizm Görüşümüz” başlıklı bir manifesto hazırladı. Stalinizm ilk defa Leninzm’den bir “sapma” olarak değerlendirildi ve kınandı. Çok partili düzene bağlılık belirtilirken, özel mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılmayacağı, ekonomide merkezi planlama kadar piyasa modeline de yer verileceği bir anlayış benimsendi. Açıkçası, AKEL, sosyalizm görüşünü Marksizm-Leninizm ile Sosyal Demokrasi arasında bir yere konumlandırmaya çalışıyordu. 1991 yılında “AKEL-SOL-YENİ GÜÇLER” formülü geliştirildi ve bundan böyle seçimlere geniş tabanlı ittifak anlayışıyla girmeye karar verildi. Parti üyesi olmayanların, hatta sol olması gerekmeyen sempatizanların bile parti listesinden milletvekili seçilmesi olanaklı kılındı. Bütün bunlar AKEL’in seçimlerden güçlü çıkmasına yol açtı. Fakat bu değişikler önemli sayılsa da, yeni bir başlangıçtan söz etmek mümkün değildi. Partinin Demokratik-Merkeziyetçilik anlayışı aynen devam ediyordu. Ayrıca, sosyalizmi “aşamalar” teorisine tabi kılan eski anlayış yerli yerinde duruyordu. 1950’li yılların “anti-sömürgeci mücadele” aşaması 1960’lı yıllarda yerini “anti-emperyalist mücadeleye bırakmıştı. Şimdi de “işgalden kurtuluş aşamasından” söz ediliyordu. Bu değerlendirme partinin ittifak politikalarına da yansıyordu. 1950’li yıllarda kilise ile işbirliği arayışına giren AKEL, kilisenin sekter tavrı sonucunda dışlanmıştı. Benzer biçimde sömürgeciliğe karşı silahlı mücadele veren EOKA anti-komünist olduğu için AKEL’i dışarıda bırakmıştı. Fakat AKEL Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra Başpiskopos Makarios ile yakınlaşmayı başardı ve bunu “anti-emperyalist” politikanın bir gereği ilan etti. 1974’ten sonra ise “Makariosçu güçler” olarak bilinen ve Kıbrıs Sorununda federal çözüme sıcak bakmayan kesimlerle ittifak kuruyor ve bunu “işgalden kurtuluş aşamasının zorunlu sonucu” ilan ediyordu. Bu anlayışla federal çözüme soğuk bakan Spiros Kiprianou’yu cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtmakta beis görmemişti. Açıkçası AKEL, “aşamalar teorisini” her türlü popülizmi aklayan bir kılıf olarak kullanıyordu. 1990’lı yılların başına geldiğimizde ortada yenileşme filan yoktu. Ayrıca, program düzeyinde yenileşme mantalite değişikliği anlamına gelmiyordu. Yönetici kadrolar eski “Sovyet-Merkezli” bakış açısına derinden bağlıydılar. Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’nde yaptığı büyük reformları kuşkuyla karşılıyorlardı. Hatta ordunun Gorbaçov’a karşı darbe yapmasını büyük bir heyecanla desteklemişlerdi. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bile yönetici kadrolar Sovyetler Birliği’ne nostalji içinde  bakıyorlardı.
AKEL’in yönetici kadrolarına sempati duymuyordum, onların da bana sempati duyduğu söylenemezdi. Karşılıklı olarak birbirimize mesafeli davranıyorduk. Fakat AKEL tabanının Kıbrıslı Türklere karşı beslediği sıcak duygular ta başından beri dikkatimi çekmişti. Kıbrıs Rum toplumunda bir Kıbrıslı Türk’ün kendini evinde hissedebileceği bir yer varsa, orası AKEL tabanını oluşturan işçi ve köylülerin eviydi. Kıbrıslı Türklere karşı derin bir yakınlık besliyor, Kıbrıslı Türkleri kendilerinden sayıyorlardı. Bir AKEL üyesini bir Kıbrıslı Türk ile Bir Yunanlı arasında tercih yapmaya zorlarsanız, büyük bir ihtimalle tercihini Kıbrıslı Türk’ten yana yapacaktır. Bu durumun elbette bir dizi nedeni vardır. Her şeyden önce AKEL üyeleri kendilerini Helenizm üst-kültürü üzerinden tanımlamıyorlardı. Kendilerini “Kıbrıslı” sayıyor, Kıbrıslı Türklere de o gözle bakıyorlardı. “Helenizm” adına mücadele eden kilise ve muhafazakar sağ kanat uzun yıllar solcu Kıbrıslı Rumları “gayrı-milli” sayarak dışlamıştı. EOKA silahlı eylemlerinin hedefine solcu Kıbrıslı Rumları da koymuş, bazı AKEL üyelerini katletmişti. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda AKEL üyeleri devlet dairelerine atanmıyordu. Bütün bu dışlama ve hor görülme “Anavatan Yunanistan” ve “Helenizm” adına yapılıyordu. Ayrıca, işçi-köylü kesimlerden oluşan AKEL tabanı “yaşam tarzı” olarak kendilerini Kıbrıslı Türklere oldukça yakın buluyordu. Gündelik hayat kültürü açısından birbirlerine çok benziyorlardı. Fakat AKEL tabanı aynı zamanda edilgen bir tabandı. Parti üyeleri liderliğin iktidar kaygısıyla geliştirdiği her türlü popülist politikalara sorgusuz sualsiz boyun eğiyordu. Bu yüzden AKEL’in tabanı ile aram fena sayılmasa da tabanla külahlarımız uyuşmuyordu.            
AKEL kadar olmasa bile, Sovyetler Birliği’nde olup bitenler Kıbrıs Türk solunu da etkiliyordu. Bu aşamada CTP’de belki doğrudan bir sorunsallaştırma yaşanmıyordu ama parti kendince bir takım yeni arayışlar içine girmişti. Nitekim CTP 1990 yılında önemli bir hamle yapmaya hazırlanıyordu. “Demokratik Mücadele Partisi” adı altında geniş tabanlı bir birliktelik oluşturan CTP, seçime işbirliği içinde girmeye karar vermişti. Bu son derece önemli bir gelişmeydi. İlk defa CTP ve TKP aynı platformda bir araya gelerek, UBP’ye karşı güçlerini birleştirmişlerdi. Fakat bu oluşumda beni rahatsız eden bir nokta vardı. 1974’ten sonra Türkiye’den Kıbrıs’a aktarılan ve/veya gelen Türkiye kökenli insanların kurduğu Yeni Doğuş Partisi de DMP’ye katılmıştı. Sorun da buydu. Türkiye Kıbrıs’a nüfus aktararak bir yandan Kıbrıs Türk toplumunun demografik yapısını bozuyordu, diğer yandan da Kıbrıs Türk toplumunun siyasi iradesine müdahale ediyordu. Aktarılan veya kendiliğinden gelen nüfusun çok büyük çoğunluğunun Kıbrıs’ta barış gailesi yoktu. Onlara göre “1974 Barış Harekatı” adaya barışı zaten getirmişti. Ada Taksim olmuş, amaç hasıl olmuştu. Bu yüzden adaya gelen Türkiyeli nüfus Türk milliyetçiliğinin söylemini benimseyen ve Denktaş’ın izlediği siyasete güç katan yekpare bir blok oluşturuyordu. Onlara göre Kıbrıs’ın kuzeyi “soydaşların” kaynaştığı bir mekandı. Ya da öyle olması gerekiyordu. Şehit kanıyla sulanarak fethedilen topraklar “kutsal ve helal” sayılıyordu. Bu topraklarda Kıbrıslı Rumların hiç bir hakkı olamazdı. Yani, bu nüfus grubu askerlerin ele geçirdikleri topraklara askerlerden daha fazla sahip çıkıyordu. Fetihçi bir anlayışla hareket ediyor ve savaşta kazanılan toprakları kendilerinin sayıyorlardı. O kadar çok kendilerinin sayıyorlardı ki, Kıbrıslı Türklerin “yurt hakkını” bile görmezlikten geliyorlardı. Açıkçası, Kıbrıs’ta barış sorunu olduğuna inanan Kıbrıs Türk solunun tahayyülü ile Türkiye’den adaya gelen insanların tahayyülü arasında derin uçurumlar vardı. Adada Türkiyeli nüfusun varlığı ayrılıkçılığın ürünü olduğu kadar, ayrılıkçılığı sembolize ediyor ve derinleştiriyordu. Bu kesim için siyaset olsa olsa iç politikayla ilgili olabilirdi. Siyaset en iyi durumda “evini temizlemekten” ibaretti. Belki KKTC sınırları içinde yeni bir düzenleme istiyor, UBP’nin kurduğu patronaj sistemine itiraz ediyor olabilirlerdi ama bu ülkede Kıbrıslı Rumlarla barış yapmaya zerre kadar inanmıyorlardı. Hatta Patronaj ilişkilerine başkaldırmaları patronajdan yeteri kadar yararlanmadıkları içindi. Ülkede Kıbrıslı Rumlarla birlikte ortak bir devlet kurmak ve aynı siyasi çatı altında birlikte yaşama fikrine kategorik olarak karşıydılar. Böyle olduğu halde CTP’nin yönetici kadrolarının bu girişime dört elle sahip çıkmaları beni şaşırtmıştı. Benim açımdan bu, ayrılıkçı zihniyet ve yapılarla uzlaşma arayışına yönelik bir hamleydi. Biz “kendi” evimizi temizlemek değil, (Kıbrıslı Rumların evinde otururken “evimizden” söz etmek zaten abesti) “yurdumuzu temizlemek” istiyorduk. Kıbrıs Türk solunun varlığının siyasi anlamı ve tarihsel misyonu buydu.
İtirazlarımı o dönemde tedavi için sık sık Londra’ya gelen Naci Talat’a söyledim. Naci ile aramız iyiydi. Londra’da tanışmış, güzel bir dostluk kurmuştuk. AKEL’e kör körüne bağlı olmayan, olanlara da karşı çıkan Naci Talat, Kıbrıs Türk solunun, özellikle de CTP’nin AKEL’den bağımsız siyaset üretmesini önemsiyor, bunun için uğraşıp duruyordu. “CTP, AKEL’in kuyruğuna bağlı maşrapa değildir” diyerek sonradan çok popüler olan bir teşbihle siyasetini parti tabanında yaymaya çalışıyordu. Naci Talat ile bu noktada aramızda görüş ayrılığı yoktu. AKEL ile ilişkilerde Kıbrıs Türk solunun kişilikli bir duruş sergilemesi gerektiğine inanıyor, AKEL’in politikalarının sorgulanması gerektiğini düşünüyordum. Fakat Naci Talat ile çok emek verdiği DMP projesi konusunda aynı düşünmüyorduk. Sabahlara kadar süren tartışmalara rağmen aynı noktada buluşamadık. Tartışmalarımız bir noktadan sonra DMP projesini aşmış, Kıbrıs Türk soluna dair genel bir boyut kazanmıştı. Naci Talat AKEL’e karşı öfkeliydi. Bu anlaşılır bir durumdu. Fakat öfkesinin sınırlarını çizerken sınırsızdı. Naci, Kıbrıslı Türklerin ayrı self determinasyon hakkından söz ediyor, ayrılmayı meşru sayan bir üslupla konuşuyordu. Benim asıl itiraz ettiğim de buydu. Parti başkanı Özker Özgür’ü sevmiyordu. Bunu açıkça dile getirmekten çekinmiyordu. Ölüm döşeğinde yatırken iki şeyden şikayet ediyordu. Bir, “sevdiklerinden ayrılmayı” kabul edemiyordu. İki, “Özker’i tam topun ağzına koymuşken” -bununla partide nihayet çoğunluk sağladığını ima ediyordu- ölmeyi haksızlık sayıyordu.
Naci Talat ile AKEL eleştirisi konusunda anlaşıyorduk ama Kıbrıslı Türklerin ayrı self-determinasyon hakkı konusunda aramızda uçurumlar vardı. Ölümünden önce bu konuları enine boyuna tartışabilmek için Londra’da bir evde bir araya geldik. O gün Naci’ye okumak için hazırladığım notlar daha sonra Türkçe ve Yunanca olarak yayınlayacağım “Ulus Ötesi Kıbrıs” adlı kitabımın temelini oluşturacaktı…

Bu haber toplam 1359 defa okunmuştur
Gaile 212. Sayısı

Gaile 212. Sayısı