1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bir yangın yerinde yaşayabilmeye dair...
Bir yangın yerinde yaşayabilmeye dair...

Bir yangın yerinde yaşayabilmeye dair...

Bir yangın yerinde yaşayabilmeye dair...

A+A-

 


Umut Bozkurt


Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar müjgan’la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar müjgan’la ben ağlaşırız

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.

Atilla İlhan


Türkiye’deki seçim sonuçlarını analiz etmek için yazı yazmaya oturduğum sırada bu dizeler düşüyor aklıma. İçimde dinmeyen derin bir sızı. Atilla İlhan’ın 1972 yılında idam edilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’a ithafen yazdığı bu dizeler bugünün Türkiye’sini de anlatıyor. İnsanın aklına ister istemez Suruç ve Ankara katliamlarında kaybettiğimiz “yangın ormanından püskürmüş genç fidanlar” geliyor. Onlar ki gidişleriyle artlarında bir “acı yel” bıraktılar ve bizleri kederli yalnızlığımızla başbaşa bıraktılar.

Daha gidenlerin acısı tazeyken, yasları tutulurken, bu katliamların iktidara tutunabilmek için kirli bir strateji belirleyen bir partinin siyasi sermayesine nasıl dönüştüğünü izliyoruz şimdi. Senaryo çok bildik, berbat bir senaryo, keza oyunculuk hak getire ama yine de oyun sahneleniyor. Arkalardan alkışlar yükseliyor.

Deneyimlediğimiz yas duygusuna, hissettiğimiz öfkeye rağmen, olağanüstü koşullarda yapılan bu seçimin ardındaki dinamikleri anlamaya çalışmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Ama anlamak, analiz etmek, neden seçmenin yüzde 50si olan biten onca şeyden sonra AKP’ye oy verdi sorusunun yanıtını ancak kısmen karşılıyor. Farklı kaygıları ve çıkarları yüzünden AKP’yi destekleyen milyonların AKP’nin icraatlarına suç ortaklığı yapmayı kabul etmesini hangi siyasal ya da sosyolojik teori açıklayabilir bilmiyorum. Hayır bunun Aziz Nesin’in Türk toplumunun bilmem kaçta kaçının aptal olmasıyla teziyle falan açıklanabileceğini sanmıyorum. Burada daha karanlık birşey görüyorum. Bir nemelazımcılık, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılık, düpedüz kötülük. Aklıma ister istemez Carlos Gamerro’nun şu müthiş cümlesi geliyor: “The perfect crime is committed in the sight of everyone- because then there are no witnesses, only accomplices”. (En mükemmel suç herkesin gözü önünde işlenen suçtur, çünkü o zaman tanıklar yoktur, sadece suç ortakları vardır.) (1)

Peki bu anlama çabası bizi ne gibi sonuçlara götürüyor? AKP’nin seçim kazanmasının ekonomik ve güvenlik anlamında istikrar arayan seçmenin desteğini kazanmasında yattığını düşünüyorum. Haziran seçimlerinden itibaren Türkiye’ye damgasını vuran şiddet ortamı AKP’nin istikrarla özdeşleştirilmesine yol açtı. Tüm diğer sorunlarına rağmen AKP’li bir tek parti yönetimi diğer alternatiflere yeğ tutuldu.

Oysaki bu istikrarsızlık ve şiddet ortamının mimarı bizatihi AKP hükümetinden başkası değildi. 2002 yılında “12 Eylül rejiminden çıkış kapısı” olarak tanımlanan AKP yönetimi, gittikçe otoriterleşti, anti-demokratik ve muhafâzakar söylem ve eylemleriyle Türkiye’deki siyasi alanı dönüştürdü.

AKP aleyhine yükselen rüzgârın en görünür hale geldiği yer, kuşkusuz, 2013 yılındaki Gezi protestolarıydı. Çok farklı kesimden insanların birararaya geldiği, sokak çatışmalarında insanların öldüğü, yüzlerce insanın yaralandığı protestolar AKP’nin Türkiye siyasetinde 2002 yılından beridir inşa ettiği egemenliğinin sorgulanmaya başladığını gösteriyordu. 

Özellikle Gülen cemaatiyle arası bozulduktan sonra 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarıyla köşeye sıkışan AKP iktidarı, çıkış yolunu Türkiye toplumunu “benim yüzde ellim” ve “diğerleri” şeklinde kutuplaştırmakta buldu. Haziran seçimlerinde yüzde 40,9'la tek başına iktidar olabilme fırsatını kaybeden AKP hükümeti, Kasım seçimlerine yönelik strateji belirlerken milliyetçi oyları kazanabilmeyi kendisine hedef koydu. Bu stratejinin bedeli çok ağır oldu. Ağır aksak da olsa ilerleyen Kürtlerle barış süreci berhava oldu ve Kandil ve Güneydoğu’da yapılan ve onlarca sivilin ölümüne neden olan operasyonlar ve hak ihlalleri ve PKK’nin askerleri hedef alması çatışma ortamını yeniden alevlendirdi. Bu arada PKK’nin çatışmasızlık sürecinden sonra yeniden başlattığı saldırıları HDP’nin manevra alanını kısıtlamakla kalmadı, milliyetçi oyları çekmek hesabında olan AKP kurmaylarının da elini güçlendirdi.

Basının susturulduğu, yayın yasaklarının getirildiği bir dönemde müthiş bir algı operasyonu devreye konuldu. Ankara katliamını İŞİD’in düzenlediğine dair güçlü deliller olmasına rağmen, saldırıların PKK, İŞİD, PYD, hatta Suriye istihbaratı El Muhaberat tarafından ortaklaşa düzenlendiği bizzat cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dile getirildi.

Neticede stratejilerini güvenlik ve istikrar kaygısı üzerine bina eden AKP yönetimi Kasım seçimlerinin sonuçları itibariyle amaçlarına ulaştı. AK Parti'nin 1 Kasım seçimlerinde aldığı yaklaşık 4,5 milyon yeni oy hem 7 Haziranda oy vermeyenlerin sandığa dönerek AKP’ye oy vermesiyle, hem de MHP ve daha da az da olsa HDP ve CHP seçmeninden gelen oylarla sağlandı.

Güvenlik kaygılarına seslenmenin yanı sıra, AKP yönetiminin temel başarısı uygulamış olduğu politikalarla farklı kesimlerin desteğini alabilmesinde yatıyordu. AKP'nin neoliberal politikalarının faydasını gören, AB ülkeleri ve Ortadoğu ülkelerine ihracatını artıran birinci (TÜSİAD), ikinci kuşak burjuvazi (MÜSİAD), kredilerle ev ve araba alması kolaylaşan orta sınıflar, sosyal yardımlar, şartlı nakit transferleriyle hayat standartlarında bir düzeyde de olsa iyileşme gören işçi sınıfının örgütlü ve örgütsüz kesimleri, farklı nedenlerle AKP’yi destekledi. Burada ironik olan, başa geldiği 2002 yılından itibaren neoliberal politikalar ve eşitsiz bir büyüme stratejisi izleyen AKP’ye işçi sınıfından, kent yoksullarından, ev kadınlarından gelen destektir. Sunni İslamcı öğelerin kullanılması AKP’nin bu kesimler üzerindeki etkisini pekiştirmişe benziyor.

Seçmenin istikrar kaygılarıyla hareket etmesinin Türkiye’yi yeni istikrarsızlıklara sürüklemesinden ciddi olarak endişe ediyorum. Birincisi Türkiye’yi demokrasi açısından çok zor günler bekliyor. Zaten seçim sonrasında yapılan “paralel yapı” operasyonları, Özgür Gündem gazetesi genel yayın yönetmenlerinin de içinde bulunduğu 26 gazeteci hakkında ‘örgüt propagandası yapmak’ iddiasıyla açılan soruşturma, Silvan’daki operasyonlar bunu açıkça gösteriyor. Yüzde elliye yakın bir oyun verdiği meşruiyet duygusuyla AKP hükümetinin hasımlarını ve muhalifleri sindirmek amacıyla hareket edeceği anlaşılıyor.

AKP’nin sorunlu dış politikasının da Türkiye’de güvenlik açısından yeni istikrarsızlıklara gebe olduğunu düşünüyorum. Zira Türkiye’nin dış politikasında Davutoğlu doktrini diye bilinen sıfır sorun politikası çöktü. AKP hükümeti, izlediği politikalarla Türkiye’yi Ortadoğu’daki mezhep savaşlarının tam içine çekmiş bulunuyor. AKP hükümeti, Suriye’de Esad karşıtı muhalefeti, Mısır’da Müslüman Kardeşleri destekleyerek Türkiye’nin 2002 yılından önce bölgede uygulamaya çalıştığı tarafsızlığını berhava etti. Kuzey Suriye’de İŞİD’le savaşan Suriyeli Kürtlere yardım etmekte ayak diretmesi, ancak Amerika baskı uyguladıktan sonra Kuzey Irak’taki Barzani’ye bağlı güçlerin Kobane’ye geçmesi için koridor açması AKP’nin İŞİD’i desteklediğine dair iddiaları gündeme getirdi, buna yönelik haberler yerli ve yabancı basında sıklıkla yer aldı.

Reyhanlı, Suruç ve Ankara katliamları gibi katliamlar bana Türkiye’nin dış politikasının bedelinin ağır olabileceğini düşündürüyor. Bu konuda yanılabilmeyi çok istesem de şu anda umutlu olmamı gerektiren bir durum göremiyorum.

Bitirirken, şunun da altını çizmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Siyasi mücadeleler, uzun erimli mücadelelerdir. Toplumsal dönüşümler kısa sürede gerçekleşmez. Bu yüzden şu anda yas tutmak, umutsuzluğa kapılmak, kendini kaybolmuş hissetmek oldukça doğal olsa da yenilgi hissine kapılmak, “böyle gelmiş böyle gider” umutsuzluğuna düşmek de o derece anlamsız. Gidenlerin arkasından yaralarımızı sararkan, önümüzdeki resmi anlayabilmek için soğukkanlı, sarih analizlere ihtiyacımız var. Bu yazı da o düşünme sürecine küçük de olsa bir katkı yapabilmek için yazıldı.

Enseyi karartmamamız gerektiğine dair en önemli gösterge AKP’nin oylarını altı ay içinde yüzde 40.9’dan yüzde 49.48%e çıkarmış olması. Bu bize AKP’ye Kasım seçimlerinde verilen oyların emanet oylar olduğunu söylüyor. Örneğin IPSOS’un seçim günü yaptığı ankette halkın sadece yüzde 31’inin 'başkanlık sistemi'ne destek verdiği ortaya çıktı. Bu da demektir ki seçmen güvenlik kaygısı ve istikrarsızlık endişesinden ötürü AKP’ye oy verdi ama bu kayıtsız şartsız AKP’nin otoriter, anti-demokratik yönelimlerine destek verdiği anlamına gelmiyor. Türkiye’nin dış sermayeye bağlı olarak büyüyen ekonomisinin kırılganlığı da göz önünde bulundurulursa, AKP’nin aşırı otoriter yönelimleri seçmenin AKP’ye mesafe almasına sebep olabilir. Ama elbette burada muhalefetin izlediği stratejilerin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Muhalefetin AKP’ye alternatif olabilmesi, etkili stratejiler geliştirebilmesi gerekiyor.

Yeni ve zorlu bir dönemin başındayız. Bu “yangın yerinde” yanarak, kanayarak, eksilerek, çoğalarak ama her durumda umut etmekten ve başka bir dünyanın mümkün olabileceği hayalinden vazgeçmeden yaşamaya çalışmak boynumuzun borcudur. Çünkü umut en son ölür...

------------------------------------------------------------

Referans
Carlos Gamerro, An Open Secret, Pushkin Press, 2012.

Bu haber toplam 2004 defa okunmuştur
Gaile 343. Sayısı

Gaile 343. Sayısı