1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bir türlü dağa çıkmayan Ertuğruloğlu
Bir türlü dağa çıkmayan Ertuğruloğlu

Bir türlü dağa çıkmayan Ertuğruloğlu

Bir türlü dağa çıkmayan Ertuğruloğlu

A+A-


Mehmet Burhan
burhancyp@gmail.com

O günden beridir bekliyoruz Tahsin Ertuğruloğlu’nun dağa çıkmasını...

Lawrence Durrell’in Mesarya’nın bir ucundan yükselen gotik bir duvara benzettiği o güzel dağlara bir çıkabilseydi keşke. O serin temiz havayı soluyarak gözucuyla bakabilseydi bir tarafta altın sarısı sisli çukurun diğer ucundan yükselen ‘öteki’ dağın eteklerine, diğer tarafta batan güneşin, mavi sonsuzluğun üzerinde kutsal bir yol gibi uzanan yansımasına. Belki bir anlığına günlük ideolojilerden, dogmalardan, hırslardan, anlamsız çatışmalardan, çok önemli sandığımız ünvanlardan ve makamlardan uzaklaşıp kısacık yaşamlarımızın bizlere tarihin tam da bu döneminde, bu coğrafyada bahşedildiği için ne kadar şanslı olduğumuzu farkedebilirdi. Keşke bir anlık da olsa bu güzel yuvanın üzerine yakışan yaşamın sükunet ve huzurla taçlandırılması gerektiğini anlayabilseydi.

Bazen içinde kaybolup gittiğimiz günlük yaşamımıza geri çekilip uzaktan bakmak en güçlü terapi oluyor. Tıpkı Carl Sagan’ın 1980 yapımı Kozmos belgeselinde Güneş sisteminin başka bir köşesinden çekilmiş, uçsuz bucaksız kozmosun içinde kendisinin de ‘mavi soluk nokta’ olarak adlandırdığı küçük, yalnız ve önemsiz dünyamızın gerçek bir fotoğrafıyla tüm insanlığa anlatmak istediği gibi. Mavi soluk noktayı izlerken Carl Sagan’ın anlatımındaki gerçeklik canınızı acıtıyordu:
‘Yalnızca küçük bir noktanın (dünya) şeref ve zafer içerisinde anlık efendileri olan tüm o generaller ve hükümdarlar tarafından dökülen kan ırmaklarını düşünün. Bu küçük noktanın bir köşesinin sakinlerinin, diğer bir köşenin farkları zorlukla ayırt edilebilen sakinlerine yaptıkları bitmek bilmeyen zorbalıkları düşünün. Anlaşmazlıkları ne kadar olağandı. Başka birini öldürürken ne kadar da heveslilerdi. Düşmanlıkları ne kadar da ateşliydi...’

Yıllarca bu küçücük adanın bir noktasının efendileri olan Ertuğruloğlu ve arkadaşlarının diğer köşesinin sakinlerine karşı beslediği düşmanlık ne kadar da ateşli geliyor şimdi. O ve arkadaşları günlük hırslarının girdabında, adlarının, efendiliklerinin, düşmanlıklarının bir gün bir daha hatırlanmayacak şekilde unutulacağından ne kadar da habersiz...

Üstelik o kadar ateşliler ki bu sefer, kendi otoriter devletçi ideolojilerini de ayaklar altına alarak, devletin en üst makamı ile amansız bir sataşma yarışındalar. Üzüm mü? Bağcı dururken hem de...

Tahsin Ertuğruloğlu, Hüseyin Özgürgün, Zorlu Töre ve daha sıralamakla vakit harcamaya değmeyecek kadrolar ve medyadaki, orada şuradaki etki alanları... 

Denktaş orijinli derin milliyetçi ağlardan beslenen,  Ankara’da başta kim olursa olsun anında onun ideolojisine bürünebilen, Kıbrıs’taki yozlaşmanın ana aktörleri, bu yozlaşma temelli sistemin değişebileceğine dair en ufak bir hissiyata kapıldıkları anda silahları çıkarıyor, tüm kozlarını masaya sürüyorlar. Varlık sebepleri çünkü yozlaşma, siyasetlerinin aort damarı...

Kıbrıs sorununun çözülmesine karşı duruşları bu arkadaşların siyasi ajandasında ideolojik bir tutum değil, yozlaşmış siyasal habitatlarının yok olması ihtimaliyle alakalı bir korku. Ve tabi tarihin çoğu döneminde ve çoğu yerinde olduğu gibi burada da muhafazakarlarla, yozlaşmışların yolları kesişiyor. Belki farklı sebeplerden ama mevcut durumun değişmesine karşı ortak bir tedirginlik oluşuyor.

Bu sefer ciddi tehdit olarak belli ki Mustafa Akıncı görünüyor. Kıbrıslı Türklerin 1974 sonrası adanın yeniden birleşmesine dair Mehmet Ali Talat ile birlikte isteklilik gösteren iki liderinden biri. Kavramı sadece ‘isteklilikle’ sınırlı tutmak, süreçlerde yapılan tüm hataların, doğruların, günahların, sevapların bizi şu an hala daha bölünmüş bir ada gerçeğiyle başbaşa bırakması ile alakalıdır. Bu yakın tarihte yapılan veya yapılmayanları bugün zihinlerimiz, yarın da tarih, doğru ya da yanlış yargılayacaktır, yargılıyor da zaten.

Şunu kabul edelim ki, Akıncı ortaya koyduğu çözüm kararlılığına rağmen, önceki örneğin aksine henüz ciddi bir yıpranma yaşamamış bir lider. Bu durum, beğensek de beğenmesek de satranç tahtasında yapılan bazı stratejik hamlelerin eseri; Tuğrul Türkeş ile samimi diyalog, çözüm masasında kendi karakterini ortaya koyabilme becerisi ile çok fazla ‘Türkiye’ye rağmen’ci bir anlayışın benimsenmemesi arasındaki dengeyi kurma, iç meselelerde, özellikle toplumsal kamplaşma yaşanabilecek konularda aslında vaad edilen kadar taraf olmamak, pişmeyen fasülyeler, 15 Temmuz sonrası ihtiyatlı demokrasi söylemleri vs.

Bunlar Akıncı’nın nazarında kendi doğruları da olabilir, büyük hedefin yolunda ödenecek bedeller de, orasını bilemiyoruz. Ama tüm bunların ortaya çıkardığı sonuç Akıncı’nın hala daha buradaki dengeleri değiştirebilecek (tabi ki kendi başına olmayacaktır) bir aktör olarak orada duruyor oluşudur.

Bütün tedirginlik, hedef gösterme ve imaj kaybı yaşatma çabaları da bundan mütevellittir.

Daha müzakere sürecinin ilk günlerinde coğrafya öğretmeni gibi ellerinde haritalarla köy köy gezmek, görüşme tutanaklarını okumadan, ilkokul ikinci sınıf bir çocuğun, Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı ile olan ilişkisi gibi  ezber tekrarlamak, ‘Demokrasi’ Mitinginde 14 kişiye ‘Akıncı nerede?’ tezahüratı yaptırtmakla tüm dengelerle oynayacaklarını sanan akıl tutulması...

Hala daha yıllar önce otel odalarında saklandıkları, dağa çıkma oyunları oynadıkları, insanları gemilere bindirilip yollatmakla korkuttukları, meydanlarda birilerinin kuklalarını astıkları dönemlerinin romantizmini yaşıyorlar.

Ve en kötüsü ise bu akıl tutulmasının şu an çocuklarımızın ileride nasıl bir düzende ve nasıl alanlarda yaşayacağı, hangi eğitim sisteminde nasıl sağlık hizmetleri alacağı, hangi denizde yüzüp, hangi çiçeği koklayıp, hangi ağacın altında uzanabileceğini belirleyen tüm organizasyondan sorumlu oluşu...

Bu kritik noktada, üstelik Türkiye’de bu kadar tedirginlik verici gelişmeler yaşanırken, hem Akıncı’nın hem de bu adanın üzerindeki yaşamın geleceği ile ilgili gailesi olan tüm kesimlerin alacağı tutum daha da önem kazanıyor.

Kendimizi bugüne kadar olduğu gibi dar ve tanımlanmayan çözümcü kalıplara sokmadan, her bir birey olarak beklentilerimizi dillendirmek, bir tutum geliştirmek ve bu yolda diyaloğu güçlendirmek artık vazgeçilmezimiz oluyor. Aksi takdirde uzunca bir süre daha bu  coğrafyada akıl tutulmasının hüküm süreceği bir dönem bizleri bekliyor.

 

 

Bu haber toplam 1424 defa okunmuştur
Gaile 383. Sayısı

Gaile 383. Sayısı