1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bilgi Üzerine bir Söyleşi
Bilgi Üzerine bir Söyleşi

Bilgi Üzerine bir Söyleşi

En önemlisi bir konuda araştırmak, yazmak ve literatüre katkı sunmak için maaşlı bir öğretim üyesi olmayı da beklemeyeceğiz

A+A-

 

Fatma Türkoğlu
fatmaturkoglu90@gmail.com

Öncelikle size “sıkıcı” akademik yazılarda olduğu gibi bilginin bir tanımını yaparak girmeyeceğim konuya. Hem zaten hepiniz bilginin ne olduğunu biliyorsunuz. Elbette bilim felsefesi bunu bizden çok daha iyi, ayrıntılı ve farklı bakış açıları sunarak cevaplayacak veya cevaplayamayacaktır. Hepimiz en azından suyun kaldırma kuvvetinden haberdar olmanın bilgilenmek anlamına geldiğinde hemfikirizdir. Ahmet ile Serpil’in nişanlandığını bilmek de bilgidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının 16 Ağustos 1960 olarak kodladığımız zaman diliminde gerçekleştiğini bilmek de bilgidir. Tabii, biri bilimsel bilgidir; diğeri günlük hayat bilgisi, ötekisi tarih… Hepimiz bir şeyler biliyoruz çünkü hepimiz öğrenme süreçlerinin az veya fazla birer parçasıyız. Farklı alanlara ilgi duyduğumuz için de çoğunlukla farklı konularda bilgi sahibi oluyoruz. 

Bilgi sadece bilimin veya sosyal bilimin değil; aynı zamanda günlük hayatın ve sanatın her dalının yani edebiyatın, resmin, heykelin, fotoğrafçılığın, müziğin temel yapı taşıdır. Yoksa Da Vinci’nin hem mucit hem ressam olmasını tesadüf mü sanıyordunuz? Rönesans zamanında bilgi bugünkünün aksine sanat için kullanılıyordu. Peki, Victor Hugo Sefiller’i, Charles Dickens İki Şehrin Hikâyesi’ni, Kemal Tahir Büyük Mal’ı ve nice yetenekli yazar saymakla bitmeyecek o büyük eserlerini incelikle araştırma ve gözlemlerine dayandırmamış mıdır? Öyle ki İki Şehrin HikâyesiFransız İhtilali’ni akademik bir tarih kitabının yapabileceğinden çok yönlü anlatır; daha eğlenceli bir üslubu vardır.

Peki, neden anlatıyorum bunları? Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Akademik dili ve akademide üretilen bilgiyi eleştirmek için anlatıyorum. Konuya girmeden önce elmalarla armutları karıştırmamak ve çok da haddim olmayan konulara girmemek için bilimi (fizik, kimya, biyoloji ve alt dalları ya da matematik gibi daha soyut ve dil ile daha az ilgisi olan alanları) insani bilimlerden ayırmak gerekiyor. Her ne kadar fizik de örneğin Einstein’n görecelilik teorisini geliştirmesinin ardından kara delikler, paralel evrenler, solucan delikleri vb konularda teorilerle dolsa da tarihte veya sosyolojide olduğu gibi araştırmacıların siyasi, ideolojik ve dini görüşlerinden ileri boyutlarda etkilenmiyor. Din-bilim çelişkisinde ilk akla gelen evrim teorisi olsa da yaratılışçıların evrim teorisine yaklaşımlarını da elbette bilime ait bir tartışma olarak görmemek gerekiyor. Neticede onlarınki iman. Dolayısıyla bilimsel bilgiyi bir köşeye ayırıp söyleyeceklerimin tarihsel, psikolojik ve toplumsal bilgi üzerine olacağını belirtmem gerek.

Örneğin tarihsel bilgiyi ele alalım. Nasıl üretilir? Bilimselliğini hangi kriterler belirler? Edward H. Carr’ınTarih Nedir? İsimli metodoloji kitabından bu yana tarih üzerine çok şey yazıldı.  Çeşitli ekoller tarihi farklı açılardan ele aldılar. Post-modernistler ise bir bilim olarak tarihi yok saydılar. Yine de tarihi bir bilim olarak kabul edenlerin üzerinde anlaşabileceği belli bilimsel kriterler vardır. Araştırmacı yazarların görüşleri farklı olabilir; olayları farklı yorumlayabilirler. Yine de kullanılacak yöntemler açıktır. Kaynaksız tarih yazılamaz. Teoriniz kaynaklardan elde ettiklerinizle çeliştiğinde onu bir kenara bırakıp yeni bir tez benimsemeniz gerekecektir. Böylece neyin doğru olduğu üzerine kesin bir fikir elde edilemese bile neyin yanlış olduğu üzerine kesin bir bilgi elde edilebilir. Genel anlamıyla ise tarih “dönemin ruhu”nu verir.  Zamanı, mekânı hayal gücünüzle kafanızın içinde canlandırmanızdır tarih. Yoksa ille de Çanakkale Savaşı’nın 1915’te gerçekleştiğini bağlamından koparılmış bir ezber olarak hafınızda tutmanızın hiçbir anlamı yoktur. Ya da psikolojiden örnek vermek gerekirse insanların düşünceleri, duyguları ve davranışları arasındaki bağlantıyı kavrayamıyorsanız DSM’nin tanı ölçütlerini ezberlemeniz pratikte insanlara yardımcı olabileceğiniz anlamına gelmez. Sözün özü bilgi bir bütün olarak anlamlıdır.

Bilgi pek çok farklı şekilde üretilebilir ve yayılabilir. Gazeteler, dergiler, çeşitli düzey ve branşlardaki paralı veya parasız eğitim kurumları, iş yerleri, kütüphaneler, internet siteleri, belgesel filmler,  vb. pek çok kurum veya araç sayesinde bilgiye ulaşılabilir. Üniversiteler (yani akademi) ise çeşitli uzmanlık alanlarının eğitimini son derece disiplinli, ölçülü, kontrollü ve kurumsal olarak veren birer iş yeridirler. Evet, akademi bir iş yerdir. Beğensek de beğenmesek de pek çok öğrenci mesleğini icra etmenin farklı bir yolunu bulamadığı için gerekli prosedürü tamamlayıp akademik eğitimine devam ederek kendisine rahat, az çok para ve kariyer ile saygınlık (hatta unvanlar) getiren bir iş sahibi olmuş olur. Yani akademinin bilim ile bir ilgisi yok mudur? Tabii ki vardır. Pek çok bilim insanı akademide kendine yer bulabilir; bulmuştur da. Pek çok bilimsel araştırma üniversitelerde hayata geçirilmiştir. Para olmayan yerde zaten bilimsel araştırma yapılması zordur. Akademi bu yolda iyi bir araçtır. Yine de bu gün kafamızdaki haliyle olduğu gibi üniversiteler bilimsel araştırmaların yegâne merkezleri değiller.  Örneğin İbn-i Haldun eğitimini özel hocalardan almamış mıydı? Daha sonra Mukaddime adlı zamanın ötesindeki kitabını kaleme aldı. Orhan Kemal hayatının büyük bir bölümünü işçilik yaparak kazanmadı mı? Oysa her bir romanı sosyal bilimlere kaynak olacak nitelikte değil midir?Peki, sanatın ve bilimin çeşitli dallarıyla ilgilenen Leonarda Da Vinci’nin üniversite eğitimi almamış olması kayda değer bir bilgi değil midir? Gerçi yirminci yüzyılın başından itibaren bu gibi örnekler bulmak zordur. Ulus devletlerle birlikte her şey gibi eğitim kurumları da merkezileşmiş; okuryazarlık oranları bir yana üniversite mezun oranları da üniversitelerin sayısındaki artışa paralel olarak artmıştır. Bu şartlar altında üniversiteler tarih boyunca hiç olmadığı kadar popülarite kazanırken şirketleşme eğilimleri de artmıştır denebilir. Geçmiş sayıda Hasan Özer’in[1] de ele aldığı gibi köşe başı diploma dağıtan, mezun olmanın tek şartının okula girmek ve para vermek olduğu,  cafcaflı reklamlarla öğrenci arayan hatta genellikle sağlık ve psikoloji gibi çok talep edilen ama kolay kazanılamayan mesleklere yönelik eğitim veren “meslek kursları”dır bunlar. Böylelikle artık tıp ve sağlık bilimleri veya psikoloji de çok kolay kazanabilen bölümler haline geliverir tabii parasını ödediğiniz müddetçe.

Hem ciddi eğitim kurumları olan saygın üniversitelerde, hem de “meslek kursları” olarak nitelendirebileceğimiz okullarda ortak bir nokta vardır. Tüm makaleler, tezler, ödevler, konferans bildirileri ve aklınıza gelebilecek her konudaki çalışma aynı akademik üsluba tabiidir. Hiçbir yaratıcılık şansınız yoktur.  Ay efendim ben bunu edebi bir cümleyle anlatmak istiyorum diyemezsiniz. Çalıştığınız hocaya göre sınırlarınız genişleyebilir veya daralabilir. Neticede o sınırlar hep vardır. Kafanızda gerçekten hiçbir soru veya sorun yokken üretmek zorunda olduğunuz için “Güzelyurt’un Lala Mustafa Paşa Mahallesi’ndekiMilliyetçi Amcaların Kahve Muhabbetlerinin KKTC Siyasi Hayatına Etkileri” gibi kimsenin okumayacağı, bir defa bile referans verilmeyecek konularda yazabilirsiniz. (Konu seçimi mizah içerir.) Aslında böyle abartılı örneklere gelene kadar temel olarak nitelendirilebilecek pek çok akademik makale veya kitabın da okuru öğrenciler ve hocalarla sınırlıdır.  Kaç sosyalist E. P. Thompson’unİngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu adlı çalışmasını okumuştur? AlexCallinicos’unToplum Kuramını, FrantzFanon’un Siyah Deri Beyaz Maskeler’inikaç kişi okumuştur?  Çoğu sosyalist Yaşar Kemal’in romanlarını okumuştur; hatta Orhan Kemal’inkileri, Kemal Tahir’inkileri, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Çehov’u, Gorki’yi, Stendhal’ı, Zola’yı, Marquez’i de okumuştur. Sadece sosyalistler de değil; mesleğinden ve görüşünden bağımsız olarak pek çok kitapsever okumuştur çoğunu. Tüm bu laf kalabalığı içerisinde anlatmaya çalıştığım romanların ve akademik olmayan diğer eserlerin bilgiyi çok daha hızlı bir şekilde çok daha geniş bir insan kitlesine yaydığı ve bu nedenle çok değerli olduğu. Tarihi, toplumları ve insan psikolojisini zaten onlarsız anlamamız da çok mümkün değil. Bir kitap yazılırken kullanılan dil ve üslup o eserin metodolojik olarak ne kadar bilimsel veya bilim dışı olduğunu maalesef göstermez. Okurken araştırma yetersizliğini, zorlama çıkarımları hissedebileceğiniz pek çok akademik çalışmanın yanında kimi zaman derin düşünülüp araştırılarak yazılmış az sayıda gazete makalesi, köşe yazısı, kitaba ve çok daha fazla sanat eserine rastlamak mümkün. Üstelik okunası, sürükleyici ve çok boyutlu!

Yine de araştırma kitaplarının farklı bir yerde konumlandığını ve farklı türden eserler arasında kıyaslama yapmanın çok sağlıklı olmayacağını belirtmek gerekiyor. Her gerçek sosyal bilimci elmalarla armutların kıyaslanmayacağını bilir.  Bu yazının amacı türler arası bir hiyerarşi oluşturmak veya akıcı üslubu her şeyin üstünde tutmak değil. Bu yazının amacı akademinin bir şirketler bütünü olduğunu ifşa etmektir. Bunu anladığımız zaman akademinin ulaştığı noktaya dair eleştirilerimiz de daha sağlam bir zemine oturacaktır. O zaman bütün öğretim üyelerinin aydın olması gibi beklentimiz olmayacaktır mesela. Parayla yazılan ödevleri, tezleri aşırı derece garipsemeyeceğiz. Hatta kimi zaman öğretim üyelerinin bunda rol almasını da! Diploma sahibi olmayı fazla yüceltmeyeceğiz. Kendi alanı hakkında çok sınırlı bilgiye sahip olan üniversite mezunlarının sistemin dişli çarklarındaki dişlerden ibaret olduğunu bileceğiz. Ülkemizdeki eğitim kurumlarından Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin tarih ve arkeoloji bölümlerinin kapatılması çok manasız bir davranış gibi gelmeyecek. Şirketler para getirmeyen ihalelere girmezler.  Daha iyi iş koşullarına sahip olmak için akademiye geçmeye çalışan farklı mesleklerden insanları garipsemeyeceğiz. Daha iyi iş koşulları her işçinin hakkıdır. Üniversitelerin öğretim üyelerinin araştırmalarına destek olmak yerine onları neden ders vermekle ve mesai saatlerinde üniversite sınırlarında bulunmakla yükümlü kıldığını da anlayacağız. Yüksek lisans ve doktora eğitimine ilgili bir alanda devam etmemesine karşın sosyal araştırmalarını sürdüren, kimsenin dokunmadığı alanlarda yazan kişilerin içindeki gerçek bilgi aşkını daha iyi anlayacağız. (Sırf bu yüzden Neriman Cahit’in ve Ahmet An’ın araştırmaları Kıbrıs ve Kıbrıs tarihi için çok değerlidir. )  En önemlisi bir konuda araştırmak, yazmak ve literatüre katkı sunmak için maaşlı bir öğretim üyesi olmayı da beklemeyeceğiz. Yalnız veya birlikte araştırabilir; öğrenebilir; öğretebiliriz çünkü neden yapmayalım ki?


[1]Özer, Hasan. “Küreselleşme ve Akademik Kapitalizm: KKTC ve Türkiye Yükseköğretim Sistemleri 1”, Gaile, 408,15 Mart 2017.

 

 

Bu haber toplam 3149 defa okunmuştur
Etiketler :
2 Nisan 2017

2 Nisan 2017