1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Barışmak ve Affet(me)mek..
Barışmak ve Affet(me)mek..

Barışmak ve Affet(me)mek..

Barışmak ve Affet(me)mek..

A+A-

 

Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com

“Affetmek, affedilemez olanı affetmektir.”
J.Derrida.


Kolombiya’da 50 yılı aşkın süre devam edegelen, 260 bin insanın ölümüne, 5 milyon insanın yerlerinden olmalarına neden olan kanlı iç savaş, çatışmanın tarafları hükümet ve FARC (devrimci silahlı güçler) arasında dört yıla varan zorlu müzakerelerin ardından barış anlaşması ile sona erdi. Varılan nokta, deyim yerindeyse çivisi çıkmış dünyamızda, olumlu olandan yana heyecan verici bir gelişmeydi ve bunun sadece Kolombiya ile sınırlı kalan bir anlamı da yoktu; tam aksine söz konusu deneyim, dünyanın başka yerlerinde de yaşanan ve bir türlü çözüme ulaşılamayan sorunların geleceği bakımından da umut ışığı olmuştu. Ne var ki, onca zahmet sonucu varılan barış anlaşması beklenildiği şekilde -en azından şimdilik- tamamlanamadı. Anayasal zorunluluk olmamasına rağmen, Kolombiya halkının onayını almak üzere yapılan referandumda, umulanın aksine, anlaşma 60 bin oy farkla,reddedildi. (%50,24) Her ne kadar, gerek hükümet tarafının temsilcisi olarak Devlet Başkanı Santos (ki bu zorlu süreçte gösterdiği çabalar nedeniyle bu yıl Nobel Barış ödülünün sahibi olmuştu) ve gerekse FARC temsilcisi Timochenko, her şeye rağmen iyimserliklerini muhafaza ederek, barış çalışmalarının devam edeceği ve ortaya çıkan engelin ortadan kaldırılmasına yönelik çabaların ısrarla sürdürüleceğine dair açıklamalarda bulunsalar da, sonucun şok etkisi yarattığı aşikârdı. İyi de neden böyle olmuştu?

Bilindiği üzere Kolombiya’da sürdürülen barış müzakereleri altı ana başlık altında yürütülmüş ve bu zorlu süreç, zaman zaman kopma tehlikeleri yaşansa da, tarafların dirayetiyle sonuçlandırılabilmişti.  Şu farkla ki, bu ana başlıklardan ilk beşinde -görece daha kolay- uzlaşma sağlanırken; FARC’ın silah bırakması ve militanlarının -kanlı eylemlerin sorumluluğunu taşıyan yönetici konumda olanlar hariç-, ceza almadan topluma kazandırılmasını öngören altıncı başlıkta tartışmalar yaşanmıştı. Son kertede vicdanları rahatsız edeceği ve adalet duygusunun zedelenmesine yol açağı düşünülen bu başlık kapsamında yazılanlar, bir bakımakerhen kabul edilmiş, buradan doğabilecek olumsuzlukların zaman içerisinde -zamana yayılarak-  aşılmasına yönelik çalışmaların duraksamaksızın sürdürüleceği, buradan oluşabilecek tepkileri yumuşatmak adına dile getirilmişti.

Barış anlaşmasının referandumda -üstelik beklenilenin ve kamuoyu yoklamalarının aksine (ahh bu kamuoyu yoklamaları..ahh o rakamlar..)- neden reddedildiği tartışıldı, tartışılıyor. Bu bağlamda,  hava muhalefetinden, katılımın düşüklüğüne (% 37), sınıfsal çözümlemelerden bölgesel ayrışmalara, ekonomik taleplerden çıkar hesaplarına, tepede kotarılan anlaşmanın (elitler düzeyinde yapılan anlaşmanın) tabanda yeterince karşılık bulamadığına -sürece geniş ölçekli katılımın sağlanamadığına- dair nedenler ortaya konuluyor. Belirli ölçütlerin temel alındığı, bir başka deyişle çeşitli ölçümlerin yapılarak somut değerlerin açığa çıkarılması suretiyle ortaya konan bu nedenlerin herbirinin gerçeklik payı olduğu kabul edilebilir. Edilebilir edilmesine de, bu nedenlerin toplamının son kertede ortaya çıkan sonucu yeterince açıklayamadığı, eksik kaldığı da aşikâr.İyi de eksik olan ne?

Kanımca burada kritik nokta -altıncı başlıkta karşılığını bulan-,deyim yerindeyse ‘ölçü(t) tutmayan’ nedenlerin ağırlığı. Kolombiya örneğinden hareketle -burada pergel daha da genişletilerek genele yayılabilir- bu neden(ler)işöyle açıklamak mümkün: Ardında 260 bin ölü bırakan iç savaşın buradan doğan mağdurlarının acılarını, hafızalarını ve vicdanlarını meşgul ve işgal eden duygu yoğunluğunu (bu duygu yoğunluğu öfke/nefret/kin/hınç nasıl tanımlanırsa tanımlansın) hesaba kitaba vurmak (bunların ölçüsü ne?), buradan siyasal/sosyolojik/psikolojik sonuçlar üretip önermelerde bulunmak, evet az şey değildir ama, bütün bunların sorunların kısa vadede aşılmasına yetmediği gerçeği de apaçık ortada duruyor.  Görünen o ki ‘barışmak’ ve ‘affetmek’ fiillerinin eş zamanlı buluşmaları kolay olmuyor. (Ermeni kıyımı hakkında konuşan Marc Nichanian gibi söylersek, ‘Barışma Zamanı’ile ‘Affetme Zamanı’nın buluşmaları. Bu konuda bkz:Varlık Dergisi’nin Haziran 2016 sayında Halûk Sonat imzalı “Acıya Dokunmak, Hakikat, Yas ve Yaratma Edimi” başlıklı yazı.) Ya da şöyle: ‘Barış’ın (‘barışmak’ın) görece kısa zamana sığan ve kolektif onay görmesini sağlayan siyasal/hukuki çerçevenin (anlaşma metninin) gerekliliği bir yana; sorunun birey/toplum vicdanında onayını gerektiren ‘affetmek’le buluşması -haliyle çok daha geniş ölçekli ve de kalıcı meşruiyet kazanması- için uzun ve uğraş gerektiren bir zamana ihtiyaç duyuyor. Daha net bir ifadeyle, tam da bu noktada,  ‘aklın’ ve ‘vicdan’ın buluşması olarak da nitelendirilebilecek, bir bakıma halkanın tamamlanması demek olan bu durumun önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Nitekim Kolombiya’da barış anlaşmasına ‘hayır’ diyenlerin geniş bir kesiminin, ‘barışa karşı olmadıklarını’ ancak suçluların cezaya çarptırılmamalarından (affedilmelerinden) rahatsız olduklarını söylerken, bir bakıma işaret ettikleri de işte bu gerçeklik oluyor. Aklın kabul ettiğini (barışmanın gerekliliğini), vicdan kabul etmekte (affetmekte/bağışlamakta) zorlanıyor; “barışmanın zamanı”yla “affetmenin zamanı” buluşamıyor.

Geçmişte yaşanan ve günümüze kadar uzanan benzer felaketlerintoplum-birey hafızasını/vicdanını tümden meşgul ve işgal eden, neredeyse hiç boş yer bırakmayan tahribatlarını (öfke/kin/nefret/hınç) aşmak; bu duygularla kuşatılmış hafızalarda/vicdanlarda yeni başlangıçlar yapmak adına boş alanların oluşmasını sağlamada bir zorunluluk olarak dile getirilen ‘yüzleşme’nin,bir çare olduğu kadar,düğümlendiği yer de herhaldeburası olsa gerektir. “Suç ve Kefaretin Ötesinde” (Metis Yayınları) kitabının yazarı, Katolik bir anne ile Yahudi bir babanın çocuğu olarak Viyana’da doğan, Birinci Dünya Savaşı’nda bir kahraman olarak ölen babasının, Nürnberg yasalarının kabul edilmesi ve Yahudiliğinin keşfedilmesiyle, düşmanca muamelelere maruz kalmanın şokunu yaşayan Jean Amery, (bu öylesine bir şoktur ve sonrasında öylesine sarsıcı etkileri olacaktır ki, asıl adı Hans Mayerolan yazar, Alman kokan bu adı Fransızca tınısıolan Jean Amery ile değiştirecektir) toplama kamplarında yaşananlardan hareketle ağırlıklı olarak ‘kurban’ları ve hallerini anlatır.(Kitabın alt başlığı “Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri”dir) Orada insanlık dışı uygulamalara maruz kalan kurbanların tepki olarak içlerinde biriktirdikleri ‘hınç’tan söz eder,hafızayı ve bilinci işgal eden bu duyguyla başedebilmenin ne kadar güç olduğuna vurgu yaparak, bir gereklilik olarak kabul etse de ‘yüzleşme’nin bu zorluklarından nasibini alacağını, buradan düze çıkmanın uzun zamana ihtiyaç duyacağının altını çizer. Ömrü boyunca bu konular üzerine yazıp konuşan, konferanslara katılan, nihayetinde kendisi de kurban olan Amery’e göre, bir kez işkenceye maruz kalanın ve onun yenilgisini yaşayanın, bir daha dünyaya ısınması çok zordur. Ondan mıdır, J.Amery’nin 1978 yılında intihar ederek yaşamına son vermesi, kim bilir, belki de bu zorluğun dramatik ifadesidir.

Tam da bu noktada Derrida’nın “Bağışlamak” (Monokl/bellek dizisi) kitabı ve bu kavram üzerine yazdıkları akla geliyor. Daha çok Jankelevitch’le olan polemik/diyaloglar üzerinden gelişen kitapta, Jankelevitch’in “affedilemez kötülükler vardır” (“Bağışlamak ölüm kamplarında ölmüştür.” diyen de odur) keskinliği karşısında, Derrida’nın deyim yerindeyse o sınır noktasını/aşırı durumu (affedilemez olanı) işaret ederek söylediği “ Affetmek, affedilemez olanı affetmektir” cümlesi cuk oturuyor. Üstadın ‘bağışlamak’ üzerine etimolojik/etik  yoğunluğu içerenteorik kapsamında kaybolma ihtimali bir yana, bu konuda açtığı geniş ufuk, herbiri ayrı bir sınır noktası (aşırı durum) olan, tarihsel yükü ağır sorunların aşılmasında,  eksik kalanın ne olduğunu ortaya koyuyor olması açısından önem kazanıyor.

Kolombiya örneği kanımca bu gerçeği bir kez daha hatırlatıyor. Bu ve benzeri olaylarda sorunların kalıcı çözümünde siyasal/hukuki çerçevenin belirlenmesi ve bunun kolektif kabul görmesi, ‘barış’ın tesisinde ilk adım olarak şüphesiz gerekli. Ancak onu kalıcılaştırmak, vicdanî onay da demek olan, “affedilemez olanı affedebilme” erdemini göstermekle mümkün olabilecek gibi görünmektedir. Kolay mıdır bu? Hiç de değil, aksine çok da kırılgandır. Zamanı, ortak çabayı, özveriyi gerektirdiği, zahmetli aşamalardan geçeceği çok açıktır.

Bu yazılanlardan sonra, Kıbrıs’ta barış ve çözüm arayışlarının sürdüğü, bunun siyasal/hukuki çerçevesinin belirlenmeye çalışıldığıve de referandum ihtimalinin ufukta belirdiği içinde bulunduğumuz bu dönemde, şu soru ister istemez akla geliyor:
Kıbrıslılar için “affetmek, affedilmez olanı affetmektir” cümlesi acaba ne ifade ediyor?

Bu haber toplam 2984 defa okunmuştur
Gaile 390. Sayısı

Gaile 390. Sayısı