1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Aramadan Bulmak 2: Boşluk ve Hiçliğin Keşfi
Aramadan Bulmak 2: Boşluk ve Hiçliğin Keşfi

Aramadan Bulmak 2: Boşluk ve Hiçliğin Keşfi

Eğitim durumu ne olursa olsun sabit fikirlere, ideolojilere tutunan her insanın cahil olduğunu söyleyebiliriz.

A+A-

 

Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com

“Dünyada tek bir tutum tanıyorum takınmaya değer. O da hiçbir tutum takınmamak. Tam anlamıyla hiç olmak. Hiçmiş gibi yapmak değil. Hiçbir kandırmaca hiç bir süsleme olmadan, sadece gerçek bu olduğu için. Ne karamsar olmak ne de iyimser. Umut edilecek hiçbir şeyin olmaması ama durumun umutsuz da olmaması çünkü umuda konu olan hiçbir şey yok. Ne gidilecek ne de kaçılacak hiçbir yerin olmaması. Mutlu olunacak da mutsuz olunacak da hiçbir şeyin olmaması. Bu özgürlük bile değil çünkü gerçekte özgür olacak bir kişi bile yok. Bağlanılacak hiçbir şey yok her şeye bağlı olduğum sürece. Bu karanlık bir durumda değil çünkü bu ne ışığın ne de karanlığın olmadığı, her ikisinin ayni anda var oldukları için ayırt edilemez oldukları bir durum. Sonsuza kadar öyle duracak bir denge. Ama gene de bu hiç de sıkılacak bir durum da değil. Bu çok zengin olmak ama bu zenginlikten özgür olmak gibidir. Bu bir ziyafet sofrasıyla da kuru bir ekmek parçasıyla da karnını doyurabilmektir. Bu hiçbir şeyin özel olmadığı ama tam da bu nedenle her şeyin özel olduğu ama bunun son derece abartısız bir sevinçle yaşandığı bir hal. Bir kar fırtınasının ortasında kendini sıcacık ve rahat hissetmek gibi. O kadar gerçek ve ortada bir tutum ama gene de kimse onu göremiyor. Her şeye karşı mükemmel ve tam bir kayıtsızlık içindeyim. Tek ihtiyacım bu sonsuz basitliği büyük bir incelik, uyanıklık ve ustalıkla korumak. Kaybedecek hiçbir şeyin yoksa her şey senindir.”

Aramadan bulmak için benliğimizdeki katılaşmayı nasıl çözeceğimizi inceleyelim. Benliğimizi nasıl katılaştırdık ve akıcılığını kaybettik. Kendimizi nelerle doldurduk ve nasıl boşaltabiliriz? Varlığa karşı hiçlik. Hiçlikle yüzleşmeden, boşluğun anlamını ve önemini kavramadan istediklerimizi bulabilir miyiz?

Varoluşun en önemli sırrı nedir denilirse ben ona boşluk ve hiçlik derdim. Tabii ki bir sır olduğuna göre, ona ulaşmak pek de mümkün görünmez. Dünyada var olan insanların en az anlayabileceği ve en çok korkacağı sır da bu olsa gerek. Hiçlik ve boşluk sonsuz bir güç ve potansiyele sahip olduğuna göre ondan neden korkarız ve onu neden anlamayız? Bunun cevabı çok basit: yaşamımızı bir varoluş olarak algıladıkça hiçlik sonsuz korkunç bir yok oluş gibi görülür, çünkü o VARLIĞIN OLMAMASIDIR. Nagarjuna der ki “Boşluk, büyük bir hatayla, zehirli bir yılanı yanlış tarafından tutar gibi tersinden anlaşılır”. Yani yaşamımızın en var edici tarafı olan boşluk yanlış yaklaşıldığında en yok edici güçmüş gibi algılanır. Yılanın zehirli başından o kadar korkarız ki tam da istemediğimiz şeye yakalanırız. Bizi var eden güce bizi yok edecekmiş gibi korkuyla yaklaşırız.

Yaşamımız kendimizi var etme çabasıdır. Kendimizi var etmenin tek gerçek yolu onu boşluktan var etmektir. Çünkü doğası gereği her varoluş bir biçimdir ve bu biçimde bir zamanlar olmayan bir biçimdir. Biçim gerçek değildir, değişmez değildir, sürekli bir akış içinde yaşarken bu akışı durdurma çabamızdır biçime tutunmamız.

Kabını Boşaltmak:

Ne yazık ki yaşamımızdaki ve zihnimizdeki boşluğun ne kadar önemli olduğunu fark etmeyiz. Boşluk “yok” olduğundan algılanamaz ve bu yüzden değeri takdir edilemez.  Boşluğun anlamını en iyi günlük yaşamımıza bakarak anlayabiliriz. Eğer kabımız boşsa onu doldurabiliriz. O halde yapmamız gereken sürekli boş bir kaba sahip olabilmemizdir. Yaşam bize her şeyi verir ama bizim kabımız genellikle dolu ve kirli olduğundan içine hiçbir şey koyamayız ve yaşam elimizden kaçar gider.

Çevremize baktığımızda insanların en sevmediğimiz özelliklerinin kendilerini bir şeyle doldurdukları noktalarda olduğunu görebiliriz.  Cahil bir insanın kim olduğunu düşünelim. Kimdir cahil? Hiçbir şey bilmeyen bir insan mıdır o? Yoksa kendi bildiklerinden vazgeçemeyen, bildiği eksik, yalan yanlış şeylere tutunarak hiçbir şey öğrenemeyen, yeni bir şeyi duyamayan, fark edemeyen, algılayamayan mı? Önemli olan bilgili olmak mıdır? Yoksa sürekli öğrenen, yaşamı sürekli farklı pencerelerden yorumlayabilen bir zihne sahip olmak mı? Eğitim durumu ne olursa olsun sabit fikirlere, ideolojilere tutunan her insanın cahil olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanlar kendilerini doldurdukları ölçüde sevimsizleşir, bizim gözümüzde sıkıcılaşır, çünkü bildikleri ve oldukları şeyden başka bir şey olamazlar. Bu insan bir filozof ya da sanatçı olsa bile kendini tümüyle doldurmamasını, olup bitmemiş olmasını bekleriz ondan. Filozofun da sanatçının da kendinden beklediği, sürekli yeni his ve düşüncelere yolculuk yapabilmektir. Bir şeyi iyi ya da kötü diye etiketlediğimizde o şeyin bizim için yeni ve ilgi çekici olmasını engellemiş oluruz. Bilge bir insan düşündüğümüzde aklımıza gelen sorduğum bütün sorulara cevap verebilen biri değil, ne olduğunu tam olarak bilemediğimiz, çevresi engin bir sis bulutuyla sarılmış ve o sis bulutunun ardında bilinmez evrenleri yaratan bir varlıktır. Bir bilgenin insan biçimiyle sınırlı olduğunu bile düşünmeyiz. Ayrıca biliriz ki kendimde olmayan hiçbir şeyi onda bulamam. Ama gariptir ki kendimde ya da onda bulduğum hiçbir şeyi tanımlayamam, bu bana ya da ona aittir diyemem. Evrendeki bilgeliğin içinde ilerlerken hiçbir şeye işte bunu kavradım, yakaladım diyemem. O, bir an bile duramaz, sürekli bir yaratım sürecidir çünkü. Dünyadaki bütün suları devasa bir kaba doldurup kapattığımızı düşünelim. Eğer böyle bir şeyi yapabilmiş olsaydık ne olurdu? Yaşam durmaz mıydı? Suyun anlamı onun sürekli özgürce devinimdeyse bilgeliğin anlamı da onun dinamik bir şekilde kaynayışında olmalıdır. Ama buna bir kaynama derken onun tam anlamıyla durduğunu ve asla hiç kımıldamadığını da göz ardı edemeyiz. Gerçeklik öylesine tarifsizdir ki onu tarif etmek için kullandığımız her kelime gelip tam tersiyle bizi vurur. Bunu Batı felsefe tarihini incelerken fark edebiliriz. Her filozof gerçeğe ulaştığı iddiasıyla ortaya bir takım çok sağlam görünen önermeler atmıştır, ancak ondan sonra gelen başkaları tarafından çürütülmüşlerdir. Oysa Doğu geleneklerinde en yüksek öğreti her zaman sessizlikle aktarılmıştır. Bu yüzden boş tartışmalardan, sonu gelmez söz düellolarından özgürdür gerçek. Buda kendisinin bir öğretisinin olmadığını söyleyerek bir çiçek uzatmıştır, çiçeği gören ve bu eylemin anlamını en derinden kavrayan Mahakasyapa Budanın ilk müridi olmuştur. Budanın bir öğretisi yoktur. Ancak insanların gerçeğe ulaşmalarında yardımcı olacak bir takım araçları, yaşam ve zihinle ilgili temel gözlemlerini sunmuştur sadece. Bunları kullanıp kullanmamak, kendi gözleriyle doğrulayıp onaylamak kişiye kalmıştır ve Buda “Ayı gösteren parmak ay değildir” diyerek öğrettiği şeylerin gerçeği kendisi olmadığını sadece yolu işaret ettiğini ısrarla vurgulamıştır.

Bir baksanıza, olduğumuz insanla ne kadar doluyuz. Hep olageldiğimiz saçmalığa bir türlü dur deyip gerçek yaşamın gerçek duyguların ortaya çıkmasına izin veremiyoruz. Peki kendimizi nasıl boşaltacağız? Şimdi bunun yollarını inceleyelim.

 

Birincisi, boşluk “bir şey” olmamak olduğuna göre, ilk etapta geçici olarak da olsa olduğumuz her şeyden kurtulmayı öğrenmeliyiz. Olduğumuz kişi, takındığımız tutumlar, benimsediğimiz düşünceler yapay ve zorlanımlı olduklarında bizi sonsuz boşlukla karşılaşmaktan, onun muazzam enerjisiyle yenilenmekten ve büyümekten alıkoymuyor mu? Eğer daha ilk adımda bunun önemini ve yaşamımızı ne kadar kökünden değiştireceğini fark edersek, boşluğu kazanmaya doğru bir zihinsel tutum geliştirebiliriz. Bu zihinsel tutum çok hassas bir farkındalığa doğru bir yolculuk başlatabilir. Sakin bir odada dimdik oturarak kendimiz boşaltma kararı almalıyız. Ben dediğim şeyleri tek tek zihin gözümün önünden geçirmeliyim. İlk aklıma gelenler adım, cinsiyetim, yaşım, mesleğim, toplumsal rollerim gibi daha dışsal şeyler olacaktır. Bunlara bir bakıp, hayır bunlar ben değilim diyebilmeliyim, onları yumuşakça üstümden soyunmalıyım. Bunları bir kenara bıraktıktan sonra, en sevdiğim insanlarla kurduğum bağları görmeye başlarım. Elbette bu bağları sürekli olarak bırakmak durumunda değilim. Ama bir süre için bu bağların nasıl zihnimde tuttuğum düşüncelerden ve hislerden oluştuğunu görebilirim ve onları geçici bir süre için bırakabilirim. Bu çok zor bir süreçtir ve bir defada bırakılması beklenmez. Sonra daha derin bir aşamaya geçebiliriz. Burada insani değer ve inançlarım gelecektir. Dünyada oluşumun anlamına ilişkin sevgi, bilgi, olmak gibi çok derin değerlerle ve bu değerleri destekleyen düşüncelerle karşılaşacağım. Son derece sakin bir açıklıkla baktığımda bu değerlerin bir zamanlar düşünce olarak ben de olmadığını görebilirim. İnsani doğamın temeli dediğim bu olgular evrenle en kuvvetli bağlarımı oluştururlar, ancak bu bağların üzerleri yüzeysel ve şekilci düşüncelerle örtülmüştür. “Ben bütün insanları ve canlıları severim” gibi bir düşünce gerçeğin sadece bir temsilidir. Ve bu temsili düşünceler sevgi, bilgi ve hakikatin sessiz duygusunun üstünü örterler. Hakikatte severim ama sevdiğim düşünmem. Bunu düşünmek, sevdiğim düşüncesiyle kendimi doldurmak sevebilme gücümü azaltır. İnsan yaptığı, olduğu hiçbir şeye sahip çıkıp, işte bu benim bunu başardım dememeli. Yaşam akıştır. Bu akışla akmak bizden sürekli bir canlılık ve emek ister. Yaptıklarımla öğünerek kendimi durdurmaya, kendimi beğenmeye zamanım yoktur.

Kendimi iyi ve güzel olan değerlerden düşüncelerinden bile boşaltabilmeliyim. Bu başarılması en zor olan aşamadır. Çünkü biz insanlar iyi ve kötüyü yaratarak ve çoğu zamanda iyi olanın tarafında olduğumuza inanarak öz benlik değerimizi yüceltmeye çalışırız. Ancak güzel olan iyi ve mutlu edici olan elbette sessiz sakin bir biçimde akmalıdır. Üzerimden atmam gereken sadece iyi olduğumla ilgili öz bilinçli tutumdur.

Gerçek benliğimi keşfe giden muazzam yolda bir sonraki aşama içinde bulunduğum ve benimsediğim toplum ve kültüre ait düşüncelerdir. Bu düşüncelerden, gelenekleşmiş, kalıplaşmış kavramlardan özgür olamamamın nedeni bunların çok derin korkularımla ayakta durmasıdır. İnsan farkında olmasa da kendisini oluşturan toplum ve kültürün varlığının kendi bireysel kimliğinden daha önemli olduğunu düşünür ve toplum dışına itilme korkumuz kendimiz olmama korkumuzdan bile daha güçlüdür. Çünkü bir insan kendine ait her şeyden vazgeçse bile toplumdan, çevresindeki insanlardan (gerek gerçek gerek hayali bir biçimde) vazgeçemez. Bunun yok oluş anlamına geldiğini bilir ve bir şekilde en az düzeyde de olsa topluma ait olmaya çalışır. Bu yüzden de toplum ve gelenek tarafından güdülenmeye razı olur. Hayal edebileceğimiz en büyük kötülük işkence görüp ölmek değil, sonsuza kadar yalıtılmış bir ortamda yaşamak zorunda kalmaktır. Bu korkunç kötülüğün, yalıtımın ve sonsuz yalnızlığın tam tersi ise, sonsuz bir boşluk, sonsuz bir açılımla ben olanın ben olmayana dönüşmesidir. Yalıtımı yenebilecek terk şey kendini unutuş ve dönüşümdür. Zaten ruhsal anlamda yalıtım hep kendiyle baş başa olmak, hiçbir zaman öteye, sevdiği bir dünyaya doğru akamamaktır. Kendini unutup biçimsiz, mekansız, kısıtlanamayan bir özgürlük olarak dünyanın tam içinde akarken, yaşarken kendini bulmak bu korkunç kötülüğü yenebilecek tek güçtür.

Toplumu ve kültürü de içinden boşaltabilen insan, varoluşun en derin kutuplarıyla doğrudan bir karşılaşma içine girer. Olmak ya da olmamak aynı anda hem var olurlar hem de yok olurlar. Artık bu ikiliklerin ötesine geçen zihin doğal akışına kavuşmuştur. Bundan sonrası sözcüklerin anlamını yitirdiği yerdir. İnsanın gözleri sanki her şeyi bir anda görebilmek için hafif şaşı olmuş, ufka doğru yumuşak bir şekilde yönelmiş gizli bir bakışla gerçeği sezinler, onunla bütünleşir.

Boşluktan Doğan Özgürlük:

İnsan kendisini bağlayan bütün bağlardan özgürleştiği, içini onlardan boşalttığı için kendi gerçek olduğu-gibi-olan varlığıyla bir olur. Sonrasında istediği rolü o role kapılmadan oynayabilir. Toplumu, kültürü, dili aştığı için onlar tarafından güdülenip oyuncak gibi oynatılmaz. Her şeyini boşalttığı, kendisini bağlayan bütün bağlardan kurtulduğunda içinde evrensel bir gücün işlediğini görmeye başlar. Bu gerçek bir doğumdur. Ancak bu doğumla her şey bitmiş değildir. Özgür olarak doğan varlık, artık bu özgür benliğini büyütmek, yetiştirmek durumundadır. Suzuki’nin deyimiyle yerden beş santim yukardadır. Sufilerin dediği gibi bu dünyadadır ama bu dünyadan değildir. Ölmüş ve yeniden dirilmiş bir adam olarak istediğini yapmakta özgürdür, ancak istekleri artık toplumsal kalıplardan ve koşullanmalardan doğan istekler değil, kendi özgür benliğinin hakiki istekleridir. O durumun gerektirdiği şeyi, organizmasının doğal isteklerini ister. Olmak, büyümek, sevmek ve vermektir asıl arzuları.

Dünya sonsuz evrende ve sonsuz zamanda çakan bir şimşek gibidir. Bizim varoluşumuzda sonsuzlukta çakan bir şimşektir. William James diyor ki:  “Yıldırımın gümbürtüsünün farkındalığı ondan önceki sessizliğin farkındalığıdır. Yıldırım çaktığında duyduğumuz şey SADECE yıldırım değildir, O-SESSİZLİĞİ-KIRIP-ÇAKAN-VE-ONUNLA-ZITLAŞAN-YILDIRIMDIR… Yıldırımın çakması hissi aynı zamanda geçip giden sessizlik hissidir.” Bu durumda yıldırım çakmadan önceki sessizlik tam da yıldırımı bu kadar görkemli bir şekilde yaratan şeydir. İşte biz de böyle görkemli bir oluş için yeteri miktarda sessizlik toplamak zorundayız.

Bu sessizliği, boşluğu nasıl toplarız? Bunun için yukarda bir yol önerdik: Zihnimizdeki düşünce ve bağlılıklardan anbean özgürleşmek. Toplumsal rollerimizden, cinsiyetimize ve yaşımıza kadar her şeyden yavaş yavaş kurtulmak, bu rolleri oynarken de onların bizi içsel anlamda bağlamasını ve gözümüzü sonsuzluktan kör etmesini engellemek. Bunun en önemli nedeni insanın zamansız-sonsuz-mutlu-dingin bir varlığa arzu duyuyor olmasıdır. Yaşantımızı zaman baskısıyla sıkışmış bir huzursuzluk içinde geçirerek tüketmek istemiyoruz. Topluma uyum sağlamak ve bazı zorunlulukları gidereceğiz diye ruhumuzu satmak istemiyoruz. Elbette topluma ve sevdiklerimize karşı görevlerimiz var. Ama bunlar bütün varlığımızı ele geçirdiğinde kimseye bir hayrımız dokunmuyor. Zamansız-sonsuz bir varlığı hissetmek ve yaratıcı etkinliklerle büyümek istiyoruz. Yaşamı bir çocuk gibi neşeyle yaşamak istiyoruz, kimsenin bizi aşırı anlam, rol ve beklentilerle boğmadığı çocukluk dönemlerimizi özlüyoruz. Bir işte çalışmanın bütün enerjimizi sömürmesini, bir aile kurmanın bütün zamanlarımızı kaplamasını istemiyoruz. Herkesin kendi ihtiyaç ve duygularını özgürce yaşayabileceği bir toplumsal düzen istiyoruz.

Yaşadığımız çağ büyük ölçüde maddesel tüketim ürünlerinin üretilmesine ve tüketilmesine odaklanmış olduğundan, okullardan kurumlara ve siyasi yapıya kadar her yerde teknolojik-ekonomik-askeri vesayet altına girmiş bir haldeyiz. Yüksek teknolojiyle dünyaya hakim olup, çok şey tüketip, düşmanlarımıza karşı da güçlü bir savunma kuracağız sloganıyla yaşıyoruz.

Bütün dünya üzerinde özgür akla, sanata, felsefeye, kadim kültürlere, doğaya ve kutsal olana karşı bu teknolojik-ekonomik-askeri darbenin hakimiyeti altındayız. Yani içsel anlam sorunlarımız bu nedenle toplumsal siyasi ve devletlerarası bu tekdüzeleştiren yapının güdümü altındadır. Bu nedenle bulunduğumuz sistemin bizi köleleştirmesine karşı duyduğumuz isyan aslında en derin varoluşsal sorunlarımızla birebir ilişki içindedir.

Bir yandan özgürlüğü isterken diğer tarafta güvenlikten vazgeçemiyoruz. Güvenlik duygumuz özgürlüğe üstün geldiğinde teknolojiyle doğaya hakim olmak, çok üreterek tüketimimiz garanti altına almak ve düşmanlarımıza karşı kendimizi savunacak güçlü silahlara sahip olmak arzularımızın güdümünde hareket ediyoruz.

Bu nedenle varlığımızın en derin boşluğunu ve sessizliğini keşfederek gerçek güven ve özgürlüğü kazanmak zorundayız. İnsan ancak yok edilemeyecek bir şeyin varlığını en derinlerinde duyumsarsa kendini tam anlamıyla güven içinde hissedebilir. Ve aynı zamanda bu duyumsamayla gelen güven sağlam bir özgürlüğünde temellerini oluşturur. Fuji dağının tepesinde bir bulut var. Dağ bulutu çekiyor, bulutsa dağı yağmuruyla besliyor. Dağ sağlam bir güvenlik hissi, bulutsa özgürlüğümüz. İkisi birbirinden ayrılamaz. Ancak güvenlik duygumuzu gerçek anlamda nerde kazanabileceğimizi bulmalıyız. Doğanın engin güçlerinde ve güzelliğinde mi yoksa insan yaratımı olan düşünce ve teknolojilerde mi? Hangisi kaynaktır, hangisi kökendir, hangisi önceliklidir? Bu sorulara verilecek cevap insanlığın geleceğinin belirleyecektir.

Ikebana:

Japonlar bütün sanatlarında yokluk ve boşluğu kullanarak, sözle anlatılması mümkün olmayan şeyleri anlatmaya çalışırlar. Gustie L. Herriegel Ikebana adlı kitabında Japon sanatlarının sırların işte bu harika sözlerle anlatıyor:

“Sonsuz yokluktan, o gizli yaratıcı güçle dolu öz kaynaktan çıkagelen nesneler biçim almaya başlarlar…. Çini mürekkep resimlerinde de boş yerler önemli ve vazgeçilmez anlatım araçları olarak yapıtı tamamlarlar… Birkaç sözcükten oluşan haiku şiirlerinde asıl her şeyi anlatmamış olma, yerinde, anlamlı bir susuş şiirlere o derin anlamı kazandırır…  Böyle bir boşluk biçim almamış bir biçimdir… Boşluk dolu olduğu için orada görülemeyenin resmi vardır….”

Herriegele’e göre Ikebana (çiçek düzenleme sanatı) öğrencisinde bulunması gereken en önemli özellik “yokluk ve tüm varoluşu bir arada gönüle sığdırmaktır”. “Kırlardaki çiçekler gibi tasasız kaygısız ‘bir hiç’ ama yine de ‘her şey’ olmaktır bu.”

Bir an için durup susarak yokluğu ve bütün varoluşu gönlümüze sığdırabilir miyiz? Bu ne muhteşem bir düşünce! İnsanın erebileceği en güzel ruh hali olsa gerek bu. İşte buna aramadan bulmak denir. Yaşamın bize her an boşluktan getireceği hediyelere açık olmak.

 

 

Bu haber toplam 16302 defa okunmuştur
Gaile 440. Sayısı

Gaile 440. Sayısı