1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. AKP, Demokrasi ve Seçim Tatavası
AKP, Demokrasi ve Seçim Tatavası

AKP, Demokrasi ve Seçim Tatavası

AKP, Demokrasi ve Seçim Tatavası

A+A-


Yonca Özdemir
yoncita@metu.edu.tr

Türkiye’de yerel seçimler yaklaşırken sinirler gerildi, pek çok kişi bilgisayar ekranlarına kilitlendi. Her sabah “acaba bugün hangi tape çıkacak?” heyecanıyla güne başlanır, hatta bazen sabahlara dek bu tapeler beklenir oldu. Derken Türkiyeliler bir gece ansızın Twitter’dan oldular. Fakat Gezi Parkı eylemlerinden beri patlama yapan sosyal medyayı dizginlemek o kadar da kolay olmadı. Kısa sürede adeta birer bilgisayar uzmanı olmuş Türkiyeliler, sosyal medyaya erişimin yeni teknik yollarını birbirleriyle paylaşıyor hale geldiler. Bu aşamalara nasıl gelindi diye uzun uzun yazmak mümkün. Ancak ben bu yazıda bunu yapmak istemiyorum. Ben bu yazıda sadece gittikçe otoriterlik dozunu arttıran, hatta faşizme doğru giden Türkiye rejiminin ve yaklaşan seçimlerin demokrasi bağlamında ne anlama geldiğini tartışmaya çalışacağım.
AKP arka arkaya üç genel seçimden zaferle çıkmış bir parti. Buna rağmen Türkiye’nin hiç de azımsanmayacak bir kesimi AKP’nin yaptıklarından ve gidişattan oldukça şikayetçi. O kadar ki, geçtiğimiz Mayıs ayı sonunda Gezi Parkı’nda ağaçları korumaya çalışan birkaç genci AKP’nin hışmından korumak için hayatında hiç çevrecilik yapmamış kesimler bile kendini sokağa atıverdi. Sadece maç sonrasında sokaklarda gördüğümüz takım taraftarlarından tutun da yaşlı nenelere kadar milyonlarca insan isyandaydı. Artık geniş bir kesim Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP iktidarının insanları rencide eden küstahlığına karşı ve ellerinden bir bir aldığı özgürlükler için başkaldırıyordu. O gün bugündür de Türkiye’de sular durulmaz oldu. Gezi protestoları aslında tam da Erdoğan, iktidarının zirvesindeyken patladı. Erdoğan kendi gücüne meydan okuyabilecek her türlü kişiyi ve kurumu (asker, bazı işadamları, sendikalar, yargı, üniversiteler, vs.) etkisiz hale getirmiş olduğu anda birden geniş bir halk kesimini karşısında direnirken buldu; gücünden ve meşruiyetinden o kadar emindi ki, her aklıselim devlet adamının yapacağı gibi kalabalıkları sakinleştirmek yerine sokaklarda adeta TOMA, gaz ve plastik mermi terörü estirdi. Çünkü, bazılarının Gezi olaylarına kadar görememiş olmasına rağmen, o bir “demokrat” değildi. Demokrasi onun için bir amaç değil, araçtı; öyle bir araçtı ki, hem seçimler yoluyla onu iktidara taşımıştı, hem de bazı yasal değişiklikler yoluyla onu iktidarına meydan okuyabilecek güç odaklarından kurtarmıştı. O güç odaklarından özellikle askerler, demokrasinin de önünde engel olduğu için bazıları Erdoğan’ın demokrat olduğu yanılgısına kapıldı. Ama o zaten orada durmadı. Hegemonyasını derinleştirmeye, derinleştirirken de daha otoriterleşmeye başladı. Tüm bunları yaparken ona oy veren yüzde elliye yakın bir halk kitlesine dayandı. Diğer yüzde elli ise hiç önemli değildi, çünkü o bir “demokrat” değildi.

Bir rejimin demokratik sayılabilmesi için en azından üç özelliğe sahip olmasi gerekir: 1) düzenli olarak yapılan seçimler –tabii özgür ve adil koşullarda; 2) hukukun üstünlüğü; ve 3) insan haklarına saygı. Bu üçünden herhangi birinin olmaması o ülkede demokrasinin varolmadığı anlamına gelir. Aslında ekonomik ve sosyal eşitsizlik demokrasiye engel olduğu için gerçek bir demokrasinin ancak ekonomik ve sosyal eşitliğin olduğu ortamlarda oluşabildiğini söyleyebiliriz. Çünkü ancak böyle ortamlarda vatandaşlar siyasi sürece gerçekten eşit koşullarda katılabilirler. Ama bu kadar derinlikli bir demokrasi tanımı yapmadan, sadece şekilsel anlamda bir demokrasi tasvir etmeye çalıştığımızda dahi pek çok seçim harici faktör işin içine girer: Devletin idari birimlerinin denetime açık olması ve yaptıklarından dolayı sorumlu tutulabilmesi, fikir özgürlüğünün ve örgütlenme özgürlüğünün güvence altında olması ve devletin keyfi davranışlarına karşı kişilerin etkin korunması gibi.

Devletlerin demokrasinin şeklini benimseyip içeriğini benimsememesi durumunu ilk kez Türkiye örneğinde görmüyoruz tabii ki. Fakat Avrupa Birliği üyeliğine aday bir ülkenin faşizme doğru bu hızlı yolculuğu yine de bizi şaşırtıyor –özellikle de 5-10 sene öncesinde demokrasi alanında attığı adımlardan dolayı sırtı sıvazlanan Erdoğan söz konusu olunca. Türkiye gibi sahte demokrasiler, ya da Human Rights Watch’dan Kenneth Roth’un deyimiyle “kötüye kullanılan çoğunlukçu” (abusive majoritarianism) rejimler, seçimleri yapsa dahi demokrasinin diğer prensiplerini reddederler. Türkiye’de de aynen bunu görmekteyiz. Demokrasilerde, örneğin, muhalif grupların hakları korunur. Türkiye’de ise tüm muhalif sesler susturulmaya ve bastırılmaya çalışılmaktadır. Gezi olaylarından beri daha da açıkça gördüğümüz üzere AKP hükümeti muhalefeti bastırmak için her türlü demokratik olmayan yolu denemektedir. Sadece Gezi’deki uygulamalardan dolayı gençler hayatını kaybetti, pek çok insan yaralandı. Protestolara katılanlar hakkında soruşturmalar açıldı. Önceki yıllarda açılan Ergenekon, Balyoz gibi davalar aracılığıyla adil olmayan şekilde senelerce hapiste tutulan insanları da unutmamak gerekir. Bugün AKP iktidarına baktığımızda hukukun artık Erdoğan’ın ağzından çıkan iki kelimeden ibaret olduğunu görüyoruz. Hükümet hakkında yapılan yolsuzluk soruşturmasını yürüten her türlü kamu görevlisinin görevden alınıp sürüldüğü bir ülkede hukukun üstünlüğünden bahsetmek mümkün mü? Geçen hafta “Yasaksa yasaklarız,” diyerek seçim kanunlarını da hiçe sayan Erdoğan’ın Türkiyesi’nde hukukun değil, ancak Erdoğan’ın üstünlüğünden bahsedebiliriz. Devletin ve devlet görevlilerinin denetime açık olması ve yaptıklarından dolayı sorumlu tutulabilmesi, eleştiriye tahammül ve medyanın yansızlığı ve özgürlüğü gibi demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarına da bakınca, bugün Türkiye demokrasi açısından acınacak bir durumdadır. Kürtlerle sürdürülmeye çalışılan barış süreci de bu gerçeği değiştirmemektedir.

Türkiye’deki “kötüye kullanılan çoğunlukçuluk” tabii ki meşruiyetini sadece aldığı oylarla değil, aynı zamanda iktidarın devlet kaynaklarından seçmenlerine sağladığı ekonomik çıkarlar yoluyla da sağlıyor. Devletler vatadaşlarına, normal koşullarda, tabii ki ekonomik ve sosyal yardımlar yapmalıdır. Ancak genelde AKP ve onun sivil örgütleri aracılığıyla yapılan yardımlar, sadece kendi seçmen tabanına dönük ve bu tabanı kendine bağımlı hale getirmeye yönelik bir girişimdir. Nitekim amaç fakirliğin sona erdirilmesinden ziyade fakirlikten siyasi çıkar elde etme olmaktadır. Bu da bize ekonomik eşitsizliğin olduğu yerde gerçek demokrasinin varolmasının ne kadar zor olduğunu kanıtlıyor adeta. İster işadamı, ister sıradan fakir bir insan, ister TOKİ’den taksitle ev almış bir orta sınıf insanı olsun, geniş bir kesim, ekonomik çıkarları doğrultusunda iktidarı herşey pahasına destekler hale gelmiştir. AKP’nin gerek kentsel dönüşüm projelerinden, gerek diğer kamu ihalelerinden ya da devlet kredilerinden nemalanan işadamlarından tutun da ceplerine konan paralarla otobüs otobüs AKP mitinglerine götürülen işsiz güçsüz insanına ve barış ümidiyle kaderini AKP iktidarına bağlamış Kürtlere kadar gerçekten de Türkiye’nin yüzde ellisi AKP’siz yaşayamayacak duruma getirilmiştir. İşin en kötü yanı, Aralık’tan beri görmekteyiz ki, bu sistemden yararlandığını düşünen sıradan insanlar aslında büyük bir yanılgı içindeler. Kirli, gizli dış para ilişkileri ve devasa rant projelerinden elde edilen gelirlerin büyük bir kısmı AKP hükümeti üyelerinin, Erdoğan ailesinin ve yandaş işadamlarının cebine gitmiştir. İşin en acıklı yanı da şu; Türkiye’liler bu çürümüşlüğü ancak Fetullah Gülen cemaati sayesinde öğrenmekte. Cemaat bunları çok önceden bildiği halde halk bunları sadece cemaatin çıkarları AKP ile çatışıp da aralarında kavga başladığında öğrenebiliyorsa bu da ayrıca vahim bir durumdur.

Sonuçta bu koşullarda yarın yapılacak seçimlere bir önem atfetmeli miyiz? Bence evet. Yukarıda belirttiğim üzere, seçimler demokrasi için yeterli bir koşul değildir ama gereklidir. Seçimle başa gelmiş AKP hükümetinin gidişi de büyük ihtimal yine seçimler yoluyla olacaktır. Fakat gerek adaletsiz dağıtılan seçim bütçesi sebebiyle, gerek Başbakanın bizzat kendi yaptığı müdahaleler ile muhalefet liderlerinin televizyondaki konuşmalarının ve hatta seçim afişlerinin bile kısıtlandığı bu seçimlerin de özgür ve adil koşullarda yapıldığını söylemek çok zor. Üstelik yarın yapılacak seçimler yerel seçimler olduğundan Türkiye’yi AKP iktidarından kurtarmayacaktır. Yine de bu seçimler bazı avantajlar sağlayabilir. Öncelikle zaten inişe geçmiş olan, artık dış güçlerce dahi kurtulunması gereken bir lider olarak görülen Erdoğan’ın egosuna indirilecek güzel bir darbe olur seçimi AKP’nin kaybetmesi. Ülke genelinde birinci parti olsa bile büyük şehirlerin belediye başkanlıklarını kaybetmiş bir AKP bozguna uğramış olacaktır. Ayrıca seçimler yoluyla elde ettiği meşruiyetini, yani “çoğunluğu” temsil etme iddiasını da yitirecektir. Belediyeleri kaybeden bir AKP, böylece büyük rant kaynaklarını da kaybetmiş olacağından finansal gücü de azalacaktır. Tabii kaybederse büyük olasılıkla yaralı bir hayvan gibi daha da saldırganlaşacaktır. Çünkü milyarlarca avroluk yolsuzluklar nedeniyle Erdoğan ve ekibinin iktidardan indiği takdirde gideceği yer muhalefet değil, yargı önü ve sonrasında da cezaevi olacaktır. AKP hükümeti özellikle genel seçimleri kaybettiği takdirde siyasetten bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde silinecek ve Türkiye’nin tarihine bir başka kara leke olarak geçecektir. Bu sebeple Erdoğan, iktidarı bırakmamak için ölesiye savaş verecek ve bu yolda akla gelebilecek herşeyi de yapacaktır. Bu durumda Gezi olaylarında bir araya gelmeyi başarmış, AKP karşıtlığı hariç pek de ortak bir yanı olmayan tüm grupların bu seçimde stratejik davranıp oy vermesi en akıllıca yol olarak görünüyor. AKP’ye karşı oyların birleşmediği bir seçim ortamından çıkacak sonuçlar yalnızca AKP iktidarının daha uzamasına yol açacaktır. “Tatava yapma, bas geç,” yani “fazla düşünme, oyunu AKP karşısındaki en güçlü partiye ver” kampanyası işte tam da bunu söylemeye çalışıyor. Fakat AKP on iki yıldır hegemonyasını derinleştirirken bölünmüşlüğünden bir türlü kurtulamayan diğer kesimler birleşmeyi bu seçimde başarabilecek mi? Bunu hep beraber yarın göreceğiz.

------------------------------------------

Kaynaklar
Kenneth Roth (2013), “Rights Struggles of 2013: Stopping Mass Atrocities, Majority Bullying, and Abusive Counterterrorsim,” World Report 2014. Washington, DC: Human Rights Watch Publications. (Sf: 1-18)

Bu haber toplam 1437 defa okunmuştur
Gaile 258. Sayısı

Gaile 258. Sayısı