1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Akansoy: “Bu katliam, hangi aklın ürünü olabilir?”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Akansoy: “Bu katliam, hangi aklın ürünü olabilir?”

A+A-

“İşte bu noktada, çok ciddi bir tehlikenin altını kalın çizgilerle çizmek istiyorum… Çoğunlukla bütün bu yaşananların sorumlusunun milliyetçilik olduğunu söyleyip geçiyoruz.  Fakat çok iyi düşünmeliyiz, çok iyi bilmeliyiz ki bu milliyetçilik, öyle bir milliyetçilik ki dokuz aylık çocuğu, altı aylık çocuğu, 70-80 yaşındaki insanı, sosyal statüsünün ne olduğuna hiç bakmadan toprak altına gömüyor.  Dolayısıyla hiçbir etnik farklılığa izin vermeden, bu ülkenin yeniden yaşanılabilir bir ülke haline gelebilmesi için ve ülkemizi yeniden birleştirebilmek için artık aklımızı iyice toparlamamız gerekir. Az önce arkadaşım Yorgo Liasi, çok güzel şeyler söyledi buradan… Ortak bir mücadelenin kaçınılmaz olduğunu anlamamız gerekir…”

 

Palekitre Kulübü, “Birlikte Başarabiliriz” örgütü ve AKEL Yeniden Yakınlaşma Bürosu’nun “Kıbrıs’ın kayıplarını ararken” başlıklı ortak etkinliğinde konuşan, Muratağa’da tüm ailesini yitirmiş olan Hüseyin Rüstem Akansoy, EOKA-B’cilerin Muratağa-Atlılar-Sandallar’da 126 Kıbrıslıtürk’ü yaşlarına bakılmaksızın katletmelerine dikkat çekerek “Bu, hangi aklın ürünü olabilir?” diye sordu.

29 Kasım 2019 Cuma akşamı, Palekitre Kulübü’nün Latça’daki binasında, “Kıbrıs’ın kayıplarını ararken” başlıklı etkinlik gerçekleştirildi.

Palekitre Kulübü, İki Toplumlu Kayıp Yakınları ve Savaş Mağdurları örgütü “Birlikte Başarabiliriz” ve AKEL Yeniden Yakınlaşma Bürosu’nun ortaklaşa düzenlediği etkinlikte, Palekitre katliamından sağ kurtulan ve hayatta kalarak neler yaşandığını anlatan George Liasi ile Muratağa katliamında tüm ailesini yitiren Hüseyin Rüstem Akansoy birer konuşma yaptılar. Etkinlikte, biz de “kayıplar”la ilgili çalışmalarımızı fotoğraflar eşliğinde sunarak, Palekitre Kulübü’ndeki etkinliğe katılanların sorularını yanıtladık.

Etkinlikte önemli bir konuşma yapan “Birlikte Başarabiliriz” örgütü liderlerinden, aynı zamanda Muratağa-Atlılar-Sandallar katliamında ailesinden en az 30 kişiyi yitirmiş olan Hüseyin Rüstem Akansoy, özetle şöyle dedi:

“Muratağa-Atlılar-Sandallar, üç köy… Toplam 200 kişilik bir nüfusa sahip. Düşünün ki Muratağa ve Sandallar, toplam 143 nüfusa sahip iki küçük köy ve toplam 126 kişi katliam kurbanı…

Değerli dostlarım, bu hangi aklın ürünü olabilir?

Bunun yaşanmasına hangi kafa, hangi akıl, hangi psikoloji karar verdi?

İşte bu noktada, çok ciddi bir tehlikenin altını kalın çizgilerle çizmek istiyorum…

Çoğunlukla bütün bu yaşananların sorumlusunun milliyetçilik olduğunu söyleyip geçiyoruz.

Fakat çok iyi düşünmeliyiz, çok iyi bilmeliyiz ki bu milliyetçilik, öyle bir milliyetçilik ki dokuz aylık çocuğu, altı aylık çocuğu, 70-80 yaşındaki insanı, sosyal statüsünün ne olduğuna hiç bakmadan toprak altına gömüyor.

Dolayısıyla hiçbir etnik farklılığa izin vermeden, bu ülkenin yeniden yaşanılabilir bir ülke haline gelebilmesi için ve ülkemizi yeniden birleştirebilmek için artık aklımızı iyice toparlamamız gerekir. Az önce arkadaşım Yorgo Liasi, çok güzel şeyler söyledi buradan… Ortak bir mücadelenin kaçınılmaz olduğunu anlamamız gerekir.

Ben 17 yaşında, bütün hayalleri elinden alınmış genç bir delikanlı iken, bu ülkede benim gibi aynı sorunları yaşayan, hayallerinin çalındığı ve anasız-babasız kalan bir sürü insan olduğunu öğrendim.

Değerli dostlar, bu, büyük bir trajediden öte bir şey…

Bu noktadan sonra beni mutlu edebilecek ne olabilir diye sorarsanız, ancak ve ancak o 17 yaşımdan bu yana sürdürdüğüm, bu ülkenin birleştirilmesi mücadelesinin başarıya ulaşması olabilir derim.

Bu akşam beni buraya oğlum getirdi. Erbay, kaybettiğim kardeşimin ismi. Ve Erbay, benden daha bilinçli ve benden daha inançlı olarak bu mücadelenin en ön saflarında yürüyen bir delikanlı…

Ben daha uzun konuşarak sizleri duygusallıktan duygusallığa sürüklemek istemiyorum ancak mücadelemizi her iki taraftaki siyasi partilerde ve birlikte oluşturduğumuz BİRLİKTE BAŞARABİLİRİZ örgütü gibi örgütlerde sürdürmek zorundayız. Hepinizi en yoldaşça duygularımla selamlarım, hoşçakalın…”


BASINDAN GÜNCEL…

“Kızılay’ın kurucusu Marko Paşa’yı, torunu Yorgo anlatıyor…”

 

“Sevgili dostlar

Ben Yorgo Papadopulos sizlere bu konuşmamda dedemin babası Marko Paşa’nın hayatı ve verdiği hizmetleri paylaşacağım.

Sultan 2nci Mahmut devrinde, 1820’lerin ortalarında başlayan Osmanlı Devletinin çağdaşlaşma programının en baştan ve devamlı destekleyicisi Osmanlı Rum Toplumu olmuştur. Bu çağdaşlaşma programında Rumların en büyük katkı verdiği alan tıp bilimi ve kurumları olmuştur.

Konuşmama, en önemli katkı sunanları sıralayarak başlamak istiyorum

- Stefanos Karateodori Paşa – Mektebi Biberiyeyi 1827 yıllında kurarak 1871 yılında ölümüne kadar müderris olarak çalışmıştır.

- Konstantin Karateodori – Stefanos’un kardeşi ve Mektebi Tıbbiye nin ilk modern cerrahı olmuştur.

- Dedemin babası Marko Piçipios, Sakız adası kökenli olup 1824 yıllında Ege Kiklades adalarından Siroz da doğmuştur. Ailesi varlıklı olup, Lise tahsilini bitirdikten sonra Der-Saadet İstanbul'a tıp tahsili için gönderildi. Devamında Efterpi Mavromati ile evlendi ve on çocukları oldu. Maalesef devrin çok ölümcül hastalığı olan difteri den yedi çocukları küçük yaşta hayatlarını kaybettiler. Aynı hastalıktan eşi de 36 yaşında vefat etmiştir.

Yaşayan çocukları Erietta, Marika ve en küçük oğlu dedem Yorgo idi.

Dedem Yorgo Piçipos, Theano Nikolaidu ile evlenerek iki kız evladı oldu. İlki Efterpi ve ikinci Kiveli.

Annem Kiveli Kapadokyalı Rum Konstantin Papadopulos ile evlendi ve bendeniz 1944 yıllında doğdum ve Marko Piçipos Paşanın oğlu dedemin Yorgo ismi ile vaftiz edildim.

İstanbul’da büyürken evimizde her zaman Marko Paşanın gölgesi vardı. Evimizin görünür yerinde anneannem Efterpi’nin fotoğrafı vardı ve her zaman Marko Piçipos’un söyeleyişleri konuşulurdu. Onun yanında çalışmış, mesaisini vermiş şahıslarla tanıştım.

Çocuk olarak aldığım algılar dedemin babası büyük bir Osmanlı-Rum'u olduğu idi. Ancak hayatında birçok çileler çekmiş ve haksızlıklara uğramıştı. Yedi çocuğunu ve eşini genç yaşta kaybetmiş ve hayatının sonunda ona çok ağır gelen iftiraya maruz kalmıştı.

Yaşadığı çağ ağır ve zorlu şartların altındaydı. Dedemin rüşvet iddia ve iftiralarından korunmak için her zaman ceplerinin dikilmiş olduğu söylenir.

Ben olayları gerçekçi şekilde sıraya koyarak insan Marko Paşa’nın karakterini anlatmaya çalışacağım.

Böyle bir sistematik ile anlatımı gerekli buluyorum çünkü, Marko Paşa için gerçekten tamamen uzak atıflarda bulunulmuştur.

Örneğin bazıları Musevi kökenli oluğunu – tabii ki olsa idi bu hiçte menfi bir şey olmazdı- bazıları ismini ticari amaçlar için kullanmış ve hatta ismi bir mizah dergisinin başlığı olarak kullanılmıştır.

Marko, Osmanlı İmparatorluğunun çağdaşlaşma döneminde çok önemli aktif rölü olmuştur.

Bazı tarihi noktaları hatırlatmak istiyorum.

1) 1839 yıllında Sultan Abdülmecit Tanzimat veya Gülhane-i Hümayun Fermanı ile Osmanlı İmparatorluğunda vatandaşların eşitliği, o tarihe kadar iktidarın ana öğesi olan askeri bürokrasinin yerine eğitim görmüş devlet elemanlarının güçlenmesi ve mümkün olduğu kadar haklı bir vergi sistemine geçişi sağlamayı amaçlıyordu. Bundan başka Gayrimüslim tebaalarına özgürlükler getirmekte ve onların ekonomik ve sosyal etkinliklerine hürriyetler sağlıyordu.

2) 1856 yıllında Kırım savaşı sonunda Paris’te imzalanan barış antlaşması ile yayınlanan Islahat Fermanı daha açık bir şekilde Osmanlı tebaası ilkesini dil, din, ırk gözetmeksizin getiriyordu.

Bu iki ferman İmparatorluğun çağdaşlaşmasına büyük etkileri olmuş ve askeri ve sivil bürokrasisinde önemli değişimlerine yol açmış ve aynı zamanda devlet kültürünü önemli derecede değiştirmiştir. Etkileri sosyal alanda çok geniş bir yelpazede, giyim kuşamdan, örf ve adetlere kadar uzanmıştır.

Bu iki fermanının etkili olmasının bir diğer sebebi Sultan Abdülaziz devrine (1861-1876) Osmanlı İmparatorluğunun hiç bir savaşa katılmamasıdır.

Bu dönemde Beyoğlu semti büyük değişiklikler yaşamış ve bir çok elçilikler bu semte taşınmıştır, Fener gibi semtlerden bu semte taşınan Rum nüfusu burada yoğunlaşmıştır.

Bu ortam içinde Marko Piçipos Mektebi Şahaneyi Tıbbiyeden 1851 yıllında, Miralay rütbesi ile mezun olmuştur. Kısa zamanda Tıbbiye’nın cerrahi bölümünün müdürlüğüne atanmıştır.

Bize ulaşan bilgilere göre Marko Paşa’nın çok yetenekli ve yeni metotlar geliştiren bir cerrah olduğunu göstermektedir.

1861 yıllında Sultan Abdülaziz’in tahta çıkması ile Marko Piçipos Saray Başhekimi ve aynı zamanda Eczacısı olmuştur. Bu görevler ilk defa bir Rum’a verilirken, rütbesi de Mirilya Paşa derecesine yükseltilmiştir.

1861 ve 1862 tarihli altın yazılı fermanları ve aldığı Mecidi ve Osmanlı madalyalarında Askeri Hastahaneler Genel Nazırı olarak adlandırmaktadır. 1864 yıllında Ferik rütbesine yükselendirilmiş ve 1871 yıllında Mektebi Tıbbiyenin Rektörü olarak 1888’de vefatına kadar bu makamda kalmıştır.

1868 yılında kendisinin başkanı olduğu ve Dr. Abdullah Bey, Dr. Ali Bey ve Kırımlı Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa üyeli bir Komisyon ile Kızılay'ın kurulmasına yol açan protokolün imzalanmasına önemli katkısı olmuştur.

Kızılhaç’ın kurulması 24 Haziran 1859 günü Fransız ve Avusturya orduları arasında olan Solferino savaşı neden olmuştur. Savaşın doğrudan tanığı olan İsviçreli Jan Hanri Dinan, yaralı askerlerin yaşadığı ızdırapları görerek, yerel nüfustan bir gönüllü ağı kurmuştu. Cenevre’ye döndüğü zaman Dinan gördüklerini “Solferino’dan Hatıralarım” başlıklı bir kitapa yayınlamış ve savaşlarda gönüllü hizmetlerin gerekliğini yazmıştı. Önerisi yaralıların ve onlara yardım edenlerin savaş alanında bile tarafsız olarak tanınması idi. 1863 yılının Ağustos ayında beş Cenevre sakini, Gustav Muanic, Louis Abia, Theodor Monouor, Gyiom Difur ve Hanri Dinan, “uluslararası yaralılara yardım komisyonunu” kurdular. Aynı yılın 29 Ekiminde uzmanlar ve 16 ülkenin temsilcileri Cenevre’de toplanarak Dinan’ın prensiplerini Kabul ettiklerini ilan ettiler. Bir sene sonra, 22 Ağustos 1864 tarihinde, İsviçre Federasyonunun daveti ile bir uluslararası diplomatik konferans düzenlenmiş ve Cenevre Antlaşması imzalanmıştı. Bu şekilde komisyonun rolü ve savaşan tarafların yaralıların korunması ve gereken özen verme yükümlülüğü tanınmıştır. Bu Antlaşmaya taraftar olan ilk devletler Fransa, İsviçre, Belçika, Danimarka ve Baden Dukalığı olmuştur. Aynı zamanda diğer devletlere de katılmaları için davetiyeler yollanmıştır.

Bu davetiyeye Osmanlı İmparatorluğu 5 Temmuz 1865 Mektebi Tıbbiyenin rektörü ve İmparatorluğunun Genel Sağlık Müfettişi Marko Piçipos Paşanın emrine Dr. Abdullah Bey tarafından olumlu cevap verilmiştir. Dr. Abdullah, Kızılhaçın 1867 yıllında Paris’te gerçekleştirilen Konferansına katılmıştır.

Ancak bu girişim genellikle Osmanlı askeri camiasında, bilhassa Kızılhaç sembolü sebebinden, karamsarlık ile karşılanmıştı. Buna rağmen Serdar-ı Ekrem Ömer ve Marko Paşalar yukarıda adı geçen Osmanlı doktorlarının desteği ile 1868 yılında “Mecruhin ve Marza-yi Akseriyeye İmdat ve Muavenet Cemiyetini” kurdular. İlk Başkanı Marko Paşa 1877 yılına kadar bu görevi yürütmüştür. Cemiyetin adı olan Hilal-i Ahmer, bugün Kızılay olmuştur.

Kızılay, bugün Türkiye’nin en büyük insani yardım kurumu olup, Kurumun eski genel merkezinin bahçesinde bulunan Marko Paşa’nın büstü, bugün kurum merkez binasının girişinde bulunmaktadır.

Sultan Abdülaziz’in vefatından sonra, Yeni Osmanlıların desteği ile Beşinci Murat kısa bir dönem Padişah olmuş ancak tahtan indirildikten sonar İkinci Abdülhamit iki meclisli bir Parlamenter sistemi vaadı ile tahta çıkmıştı.

Böylece 1876 de ilk Anayasa –Kanun-i Esasi ilan edilmiş ve halktan seçilmiş temsilciler meclisi ve üyeleri Sultan tarafından atanan Senatodan oluşan Parlamenter sisteme geçilmiştir. İlk temsilciler meclisi seçiminde 44 Hristiyan, 4 Musevi ve 71 Müslüman milletvekili seçilmişti. Senato Sultan tarafından atanan 26 üyeden teşkil oluyordu.

1877 yıllında Marko Piçipos Senato üyesi olmuş ve aynı zamanda o devrin Ombudsman makamına atanmıştı. Bu son görevi ve Mektebi Tibbiyede öğrencileri koruması sebebinden dolayı şimdiye kadar kullanılan “Derdini Marko Paşaya anlat” söyleyişi yerleşmiştir.

Vefatından 127 yıl geçmesine rağmen bu söyleyiş aktüaletisini devam ettirmektredir. Bu söyleyişin devam etmesini üç sebepten geldiğine inanıyorum.

1) O gerçek bir insanseverdi. Ailemden işittiğim hatıralar ve çağdaşlarının söyledikleri bu fikri desteklemektedir.

2) Uzun süre Mekteb-i Tıbbiyenin yöneticisi olup, bu okulda öğrenciler yeni fikirlere açık olmaları ve yabancı dil bildiklerinden – okur yazarların az olduğu bir devirde – Fransız devrimi fikirlerinin tesiri altında idi. Yeniden hatırlatmak için Marko Paşa 1871-1888 yılları arasında Mektebi Tıbbiyenin rektörü idi. Bu görevinin en büyük kısmı Sultan Abdülhamit saltanatı sırasındaydı ve Sultan kısa zamanda Parlamento sistemini askıya almıştı.

Bu devirde öğrencilere karşı bir çok ihbarlar geliyordu ve cezalar vermesi gerekli idi.

İki örnek veriyorum:

a) Birçok öğrenci ona şikayetlerini anlatmak için ziyaret ediyordu. Marko Paşa dinlediklerini anlamadığını izlemini vererek gelenlere devamlı bir şekilde “e daha ne söyle bakalım” derdi. Sonunda öğrenciler elinden hiç bir şey alamadan, ancak şikayetlerini arz ettiklerinden kısmen tatmin olarak ayrılırdı.

b) Her gün sonunda Tıbbiye okulunda, kuralara göre, öğrenciler Sultan için “çok yaşa” tezarühatı yaparlardı. Ancak bir kere bazı öğrenciler Sultana lanet yağdırdılar. Arada bulunan Sultan taraftarları öğrencilerin cezalandırılmasını istediler. Marko Paşa, ihbarı yapanların anlayamadıkları, “bilimsel bir teoriye” dayanarak, söylenenlerin arada olan mesafe ve hava şartları sebebiyle değişikliğe uğradığını, söylenenlerin lanet değil “Padişahım çok yaşa” sözleri olduğunun ispatının delili olarak kullanarak öğrencileri ceza almaktan kurtarmıştı.

Marko Piçipos Paşa rektörlüğü sırasında, Mekteb-i Tibbiyeyi Şehrin merkezinde Bab-ı Aliye yakın olan Gülhane semtinden, uzak bir semtine taşıyarak iktidara yakın olanların gözetiminden uzaklaştırmıştır.

3) Senatör olup, Obmdusman görevini üstelendikten sonra, öğrencilere uyguladığı aynı taktiği kullanmıştır. Şikayet için gelenleri dikkatle dinledikten sonra, varolan şartlar yüzünden hiçbirşey yapamadığından, gelenlerin çaresizliğini hafifletiyordu.

Böylece derdini Marko Paşa’ya anlat söyleyişi, haklı veya haksız taleplerin gerçekleşememesi ile eş anlamlı oldu.

Marko Paşa hayatı sırasında ve vefatından sonra da onurlandırılmıştır. Aile yadigarı olan Sultan Abdülaziz’in altın yazılı fermanları bunların en önemlileridir. Hatırasına Türkiye’de posta pulları basılmış ve Ankara’da Kızılay merkez binasında diğer kurucular ile beraber büstü bulunmaktadır.

2012 yıllında Kızılayın 144 üncü kuruluş yıldonümünde Marko Paşanın torunları, bendeniz ve kız kardeşim Despina, törene davet edilmiş ve onurladırlmıştık. Marko Paşa ve bizim için devrin Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan da söz etmiştir.

Ancak Marko Paşa hayatının sonunda haksız bir ihbara maruz kaldığından acılar çekmiştir. Devrin Saray Başeczacısı Faik Paşa, 20 yıl sonra, Marko Paşanın Sarayda aynı görevi süresinde 2000 liranın eksik olduğunu iddia ederek onu mahkemeye vermiştir. Mahkeme Marko Paşayı suçlu bulmuş ve bu parayı ödemesini kararlaştırmıştı.

Hayatı sırasında herkesin derdini dinleyen Marko Paşa, hayatının sonunda Sultan Abdülhamit’e bir mektup yazmaya mecbur kalmıştı. Bu mektup ile şunları söylüyordu:

“Allahtan Sultanımıza sağlıklar vermesini diliyorum.

Bendeniz son zamanda ağır tedavisi olmayan bir hastalık ile yaşarken ve başımın çaresine bakarken, başıma bu mahkeme meselesi çıktı.

20 yıl önce, amcanız Sultan Abdülaziz tahta iken, mesüliyetlerim arasında olan Saray Baş eczacısı görevi de vardı. Bu kadar uzun bir zamandan sonra Faik Paşa, kayıtları yeniden inceleyerek 2000 liranın eksik olduğunu söyledi. Bunu üzerine Üsküdar mahkemesi beni cezalandırdı.

Çok ciddi sağlık sorunlarım ile çabalarken, aniden bu ceza kararını bana bildirdiler ve bu parayı hemen ödememi emrettiler. Bu olayı Allah şahidim olsun ki hiç hatırlamıyorum ve size açıkça söylüyorum ki hiç kimseden cebime koymak için almadım. Çok ağır hastayım ve bu parayı ödeme imkanım yoktur. Tahtınıza sadakat ile bu kadar sene hizmet ettim ve hiç bir zaman rüşvet almakla suçlandırılmadım. Sizden bir ferman çıkararak beraatımı diliyorum.

Allah Sultanımıza uzun yıllar ve sonsuz kudret versin

Kulunuz

Mektebi Tıbbiye Rektörü Marko”

Sultan Abdülhamit para konularında titizliği ile meşhur olduğundan, konunun araştırılması için emir verdi. Mahkeme kararının yanlış olduğu, kayıtların yüzeysel incelenmesinden olduğu anlaşıldı. Ancak maalesef, bu iade-i ittibar kararı büyük Osmanlı Rum'u olan Marko Piçipos’un ölümünden sonra oldu ve haksızlığa uğrayarak 1888 yıllında Burgaz adadaki evinde vefat etti. Kuzguncuk Rum mezarlığında defnedildi. Kabri oradadır.

Hatıran sonsuz olsun büyük Osmanlı Rum'u Marko Piçipos Paşa…”

 (YÜZLEŞME ATÖLYESİ – 4.12.2019)

 

 

Bu yazı toplam 1800 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar