1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Gerçek Zenginlik
Gerçek Zenginlik

Gerçek Zenginlik

Gerçek Zenginlik

A+A-

 

Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com

Gerçek zenginlik nedir? Nerede başlar? İnsan ne zaman kendini fakir hisseder gerçek anlamda? Ne zaman zengin?

Maddi anlamda zenginleştikçe manevi anlamda fakirleşen bir dünyada yaşıyoruz. Bu nedenle hem maddi zenginliğin bizi nasıl etkilediğini hem de gerçek zenginliğin ne olduğunu düşünmek gerek. Maddi zenginlik sahip olduğumuz şeylerle ölçülür. Ancak çok şeye sahip olmanın bizi nasıl mutlu ettiği hakkındaki düşünceler oldukça temelsizdir. Birçok şeye sahip olmak birçok şeyi tüketebilmek ya da konfor içinde yaşamak demektir. İnsan çok şey tüketebilir, ancak birşeyler tüketmeye başladıkça o şeylere karşı arzumuz da azalır. Yani çok tüketmek çok mutluluk vermez olur. Örneğin yiyebileceğiniz şeylerin miktari bellidir. Üstelik çok yedikçe bazı sağlık sorunları yaşamaya başlarız. Bedenimiz tükettiğimiz şeylerle uğraşmak zorunda kalır.

Sahip olmanın bir başka ve en kötü tarafı sahip olduklarımızla kendimizi tanımlamaya başlamamızdır. Sahip olduklarımız toplumsal konumumuzu belirler, bu konumda bize kim olduğumuzu söyler. Oysa bu bir yanılgıdır. Sahip olduklarımız biz değilizdir. Sahip olduklarımızla kendimizi özdeşleştirince aslında maddi, mekanik, ruhsuz şeylerle özdeşleşmiş oluruz. Ve kendimizde öyle olmaya başlarız. Kendini maddi ve ruhsuz bir yaşamla özdeşleştiren kişi gitgide kendi gerçek özsel özelliklerinden uzaklaşmaya başlar. Kim olduğu duygusunu, kendisini için neyin değerli olduğu duygusunu kaybeder. Bu duygu boşluğunu da gitgide daha çok şeye sahip olarak gidermeye çalışır.

Maddesel şeylere sahip olmaktan daha önemlisinin arkadaşlara, bir aileye ya da daha çok deneyime sahip olmak, yada bazı ideallere kendimizi adamak olduğunu düşünebiliriz. Ancak bu da sonuç itibarıyla aynı etkiyi yapacaktır. Arkadaşlara ya da bir aileye sahip olmakla kendimizi tanımlamaya başlayınca gene olmak için kendimizi onlara bağlamaya başlarız. Bu defa arkadaşlarımıza, sevdiklerimize bizi var etmeleri için muhtaç hissederiz kendimizi. Bu düşünce bir kez bizi sardı mı onlara sürekli sahip olmak için onları mutlu etmeye çalışırız zorlanımlı bir biçimde. Evet sevdiklerimizi mutlu etmek güzel birşeydir. Ancak bu biz böyle bir düşünceye sahip olmadan gerçekleştiğinde değerlidir. Bunu onların sevgisini kazanmak için yaptığımızda doğal olamayız. Zorlanımlı ve yapay olmak kendi içsel enerjimizi tüketir. Daha çok insan tanımak yerine birkaç kişiyi ya da belki bir kişiyi çok iyi tanımak çok daha zengileştirici bir deneyim olabilir.

Daha çok şey üreterek de kendimizi tanımlayamayız. Daha çok şey üretmek kendiliğinden oluyorsa ve ürettiğimize bağlanmadığımızda anlamlıdır. Yani kısacası her konuda niceliksel artış niteliksel artışın etkisini yapamaz. Gerçek zenginlik niceliksel artışta değildir. Daha çok daha çok derken, gitgide fakirleşiyoruz. Yaşadıklarımızın artması onların değerlerini azaltıyor, çoğu zaman tam olarak yaşayamıyoruz bile, zihnimiz anları sindiremeden bir sonraki ana geçiyoruz.

Ne kadar yüce görünürse görünsün bir ideale, bir düşünceye kendimizi bağlamak ve ona uygun olarak yaşamak da o ideal, o düşünce salt bir düşünce olmaktan öteye geçememişse yeterli olmaz, hatta bizi kısıtlamaya başlar. Herhangi bir ideal, bir öğreti ya da yol bizimle bütünleşmemişse, bizim kendi iç kaynaklarımızdan doğan öğretisiz bir öğreti, yolsuz bir yol değilse gerçek bir yol bile değildir.  O sadece başkalarından ödünç aldığımız bir fazlalıktır.

O yüzden ustalar gerçek yolun kendimiz olduğunu söyleyip durmuşlardır. Sahip olunabilecek tek şey budur. Her şey değişiyor yaşamımızda, elbette biz de öyle. Peki bu değişimin ardında, değişimle akan ama değişmeyen bir şey var mı? Elle tutup sahip olamasak da temel olan bir şey var mı?

Bu düşünceyle anlaşılacak bir şey değil, çünkü onu düşündüğümüz anda o da bir düşünce nesnesi hâline geliyor. Birşey var ki, bütün bu değişimi mümkün kılıyor. Bu şeye ulaşmanın tek yolu ise akan, değişen şeylerle özdeşleşmemek. Eğer akan, değişen şeylerin sadece biçim olduğunu fark edersek, daha doğrusu onu bir biçimin akışı olarak yaşayacak bir zihinsel düzeyde olursak onu görebiliriz. Özdeşleşecek sabit bir şey olmadığında O oluruz. Ama gene de akmaya devam ederiz. Son derece çelişkili bir şekilde hiçbir değişimle, yaşamımızda yaşadığımız hiçbir olayla, sahip olduğumuz, hissettiğimiz ya da düşündüğümüz hiçbirşeyle özdeşleşmediğimizde daha da akıcı hâle geliriz. Bu defa akışın ta kendisi oluyormuşcasına sevinç dolu, mükemmel bir hisle dolar yaşamımız. Kendimizi gitgide daha da özgür hissetmeye başlarız. Kendimizi olayların akışına, içimizden gelenlere tümüyle teslim etmekte hiç bir sakınca görmeyiz. Hatta ölüm bile artık korkulacak birşey olmaktan çıkar. Sadece akışın doğal bir parçası olarak son derece olağan ve gerekli görünmeye başlar. Tutunacak hiçbir şey yoksa, bu dünyaya ve bedenime bile tutunamam.

İşte tam bu noktada evrenin gerçek anlamı ortaya çıkar. Evren gözümüze tam olarak olduğu gibi görünür. Yapışıp kaldığımız, kendimizi bir tuttuğumuz şeyler çözülünce, tıpkı donan bir şelalenin çözülmesi gibi akmaya başlar yaşam. Benliğim dediğim, bu geçici özdeşleşmelerden oluşan şey de çözülür. Ve onunla beraber tıkanıp kaldığım kaskatı benliğimde çözülüp onun bir kurgu olduğunu görünce Büyük Yaşama katılırım. Olayların içimdeki kendiliğinden akışı olan Büyük Yaşam, beni oluşturan, beni besleyen ve benimde onu beslediğim dünya artık benim en büyük dostumdur. Ondan özgürce yararlanabilirim, bunu ondan zorla birşeyler çekip kopararak yapmam. O zaten bana sürekli vermektedir, her nefesimle, var olduğum her an doğanın bana verdiklerini görmeye ve almaya başlarım. Her şey çevremde akarken onları fark edip tutabilirim. Tıpkı bir balıkçının önünden geçen balıkları tutmak için oltasını ustaca kullanması gibi ben de şu anın içinde saklı olan hisleri ve mutlulukları görmeye başlarım. Hiç bir sevgilisi olmadığı halde değerli insanların sevgisini kazanan biri gibi. Mutlaka çevremdeki varlıklara sahip olmam gerekmez. Onların sevgisi bana doğru akarken ve ben de onları severken oluşan bu dans son derece esenlik verici bir kutsanma hissidir.

Ancak burada da durulamaz. Gerçek özgürlüğe giden en büyük engel tam da bu mutluluk hissidir. İnsan bu birliğe, bu birliğin mutluluğuna kapıldı mı daha fazla ilerlemesi gerektiğini unutur. Mutluluk bile yapışıp kaldığımız bir şey hâline gelebilir. Bize gereken asla elimizden alınamayacak gerçek bir özgürlüktür. Öyle ki içimizde mutlu olan bir kişi bile olmasın, ondan bile özgür olalım. Ne mutluluğun ne de mutlu olanın olduğu bir hâl bu. Birliğin bile olmadığı bir hâl. Eğer ben birsem ve bir olduğumun farkındaysam hâlâ gerçeğe varamamışım demektir. Bunun nedeni bir olanın kim olduğu sorusundadır. Bir olanın farkında olan kimdir? Ben artık her şeyle birim diyen kimdir? Eğer bir diye birşey varsa bir-olmayanda burdan doğmaz mı? O zaman da gene bir bölünmenin içine düşmüş olurum.

O hâlde sözcüklerin, düşüncelerin ulaşamayacağı bir kavrayışa ve bu kavrayışın bütün yaşamıma yayılmasına ihtiyacım var. Ta en başta ben kendimi bölünmüş ve korku içinde, bu evrene yabancılaşmış olarak buldum. Kendimin kim olduğunu bilmez bir durumdaydım, yaşamın ve ölümün anlamına derinden bir cevap bulmak istiyordum. İçimde bu sürekli değişen dünyaya karşın sağlam bir dayanak, değişmeyen bir güç kaynağı bulmak istiyordum. Benim için gerçek zenginlik bu olmalı. Yok olup gidecek, dağılacak şeyler değil, kalıcı bir bilgelikti istediğim. Dünyanın maddi kazanımları da, kazandığım statü de ölünce benimle birlikte yok olup gitmeyecekler mi? Sahip olduğum roller, ilişkiler de bu yokoluşa katılmayacak mı? Peki ya yoksa böyle değişmez bir güç?

Peki bunu anlamanın yolu nedir? Bir yol var mıdır beni bu bilince ulaştıracak? Binlerce yıldan beri bilge kişiler bu cevabı bulabilmek için içlerine dönmüşler, mağaralara, dağlara, klübelere çekilmişler. Bildikleri ama kendilerine yetmeyen dünya görüşlerini bir kenara bırakıp en temelden bir araştırmaya girişmişler. Dünyasal oyunları bırakmışlar, onları ne baba ya da anne olmak, ne sevgili olmak ne de toplumsal başarıları tatmin etmemiş. Öylesine bir yalnızlık ve içsellik noktasına varmışlar ki, sonunda her şeyi unutmuşlar, odalarında, bahçelerinde, mağaralarında otururken kendilerini unuttukları bir anda ortaya unutulmayacak bir şey çıkmış. Her daim orda olan ama kapılıp gittiğimiz yaşam koşuşturması nedeniyle göremedikleri birşey kendini onlara sunmuş. Nedir bu şey tam olarak? Şimdi biz aynı süreci yaşamadan, aynı zorluklarla boğuşmadan bu şeyi görebilir miyiz? Bize ne kadar anlatılırsa anlatılsın, en iyi tasvirler bile yapılsa bu gerçeği sırf anlatılanlara inanarak görebilir miyiz? Olsa olsa o yolu yürümek için bir heves duyabiliriz.

Bu yolu yürümek neden zordur? Her şeyden önce ne yazık ki bize verilen, öğrenilmiş cevaplarla yetinmeye alışmışız. Bu cevapları gerçekle karşılaşmanın yerine koymuşuz. Ya da birçok insan böyle bir yüce bilinç durumun olduğuna bile inanmaz. İnanç olmayınca da insan harekete geçemez. Ancak inancımız olsa bile gene de bu yolda yürümek cesaret ister. Anlam ve varoluşu keşfetme heyecanıyla dolu olan maceramızı anlayamayacak olan insanlar buna karşı geleceklerdir. Bizi istedikleri yola sokmak isteyeceklerdir. Onlar bildikleri kişi olmamızı isterler. Anne babamızsa, evlenip onlara torun yapmamızı isterler. Sevdiğimiz kişiyse bizden karı ya da koca rolü oynamamızı ister. Peki kim bütün bu isteklere karşı durabilir? Ayrıca zaten en başta bu isteklerin bizim içinde iyi tarafları var görünür. Kimseyle çatışmayacağımız, toplum tarafından desteklenen bir yaşam, rahatlık gibi görünür. Bir süre sonra hapishaneye dönüşecek bir rahatlıktır bu. Kurulu düzene uydukça birbirinin aynı günler yaşanmaya başlanır. Hapishanemizde bedava yemek ve güvenlik vardır. Tek istenen rolumuzu iyi oynamamızdır. İyi birer anne, baba ya da işci, öğretmen olmamız beklenir. Öldüğümüz zaman ne olacağımız bile tanımlanmıştır. İyi insanlar olduğumuzda yerimiz cennettir.

Bu kıskaca kapılmanın da bizim sorumluluğumuzun olduğu açık. O halde öncelikle kimseyi, hatta toplumu bile suçlamadan kendi sorumluluğumuzu almakla işe başlamalıyız. Bir hapishanenin güvenliğine girmeyi ya da dışarda kendimizden ya da güvenebileceğimiz birkaç hakiki dosttan başka bir şeyin olmadığı bir dünyaya atılma cesareti göstermeyi biz seçiyoruz. Topluma başkaldırmayı başıboşluk ve sorumsuzluk olarak anlayıp toplumun buyurduğunun tam tersi bir yaşamı özgürlük olarak anlayan insanların yanılgısına da düşmemek gerekir. Uyuştucu, popüler kültür, eğlence ve kolay seks gibi uğraşları özgürlük olarak algılayanlar gerçek özgürlükten çok uzaktırlar. Onların özgürlük anlayışları tamemen tepkiseldir. Toplumun onaylamadığı şeyleri yaparak, adeta toplum baskısına karşı nefretle öç alır gibidirler. Oysa gerçek özgürlük topluma karşı gelmekle ilgil değil, onun baskısından kurtulabilmekle ilgilidir. Özgürleşme sürecini tamamlayan kişiler toplumsal yaşama, sosyal ortamlarına geri dönebilirler. Ancak geri döndüklerinde kendilerinden emindirler artık. Kimse onlara boyun eğdiremez ama bunu da onlarla savaşarak yapmazlar. Zaten kurdukları yaşam biçimi ve edindikleri güç karşılarındaki insanlarda, ailelerinde saygı uyandıracak ya da hiçyoktan onlara karışmamaları gerektiğini benimseteceklerdir. O zaman özgürce sanatçı, işci ya da başka bir şey olarak, üretken bir yaşam sürdürebilirler. Olması gerekenin değil olanın gerçekliğine göre kendilerini koruyabilir, istediklerinden kendilerini gizleyip istediklerine kendilerini açarak tatmin edici bir yaşam sürebilirler.

Kısacası, gerçek zenginlik maddesel anlamda ölçülemez.  Çok şeye sahip bir insan içini bomboş hissedebilir. Hatta belki kendini boş hissetmeyecek kadar donuklaşmış bile olabilir. Gerçek zenginlik, hiçbir şeye sahip olmadan her şeye sahip olmaktır. Yaşamın her anının büyük bir değer olarak yaşamaktır. Kendi dünyasını tanıyıp özgürleşmeyen bir insan asla gerçek bir zenginliği tadamaz.

 

Bu haber toplam 9558 defa okunmuştur
Gaile 355. Sayısı

Gaile 355. Sayısı